23 Ekim 2011 Pazar

Diyorum ki;

uzun zaman sonra bir Beykoz sabahında...yazılması gereken her şey lakelam libasını giymeye bu kadar gıpta ederken...içime sinen bir rejim değil kalem ve kağıdın üzerine tahakküm kurmak...
rızasıyla gelenlere gittim, buluştuk incirin üzerine edilen yeminin gölgesinde...


...
diyorum ki;
incir yaprakları hala dökülmedi...
sonbaharın merhameti bahardaki kıyımın şerhi...

diyorum ki;
son sustuğunu bir daha susmalı insan...
ki katmerli olsun zaman...

diyorum ki;
tutunduğumuz dalın kökü,
ektiğimiz ağacın dalıyla tanış olsun...

diyorum ki;
incir kuşları konsun dallara, kanatlarından konduğu ağacın kökleri okunsun...

diyorum ki;
...


EsseLam...




4 Ekim 2011 Salı

Kelam Yar'ası

yapraklarla beraber döküldü sonbaharda yarasının kabuğu...kalan sarı yaprakları iyileşen yarasına kabuk diye iliştirse de, kuruyan ne ağaçta kaldı ne de iyileşen yarada...zira her döküntü ardından gelecek baharın azığıydı...

yorgun bir ağacın dallarının çıplaklığına gözünü yummuş bahar hikayeleri anlatıyorsun diyor bir ses bana...

o sese kendi sesiyle karşılık veriyorum...

bahar aylarında tomurcuklarla yazdığı hayranı olduğum güz şiirleriyle...

sonsuza akan yeni bir akım... kaçıncı yeniyiz acaba ya da kaçıncı eskimeyen eski...

tatlı tatlı kaşınıyor sessizlik... iyileşiyor kelam...

buna inan...

EsseLam...
birinci çoğul şahısa bir gök sofrasından bakıp susmak yerine, onu iki parçaya ayırıp kelimelere bütün ağırlığı vererek asılmak niye...


1 Ekim 2011 Cumartesi

emanet


gözyaşı yatağında akan zamanın adı; hüzün...
kum saatinin kurduğu hayal, gerçeği hüznün...
kumun paradoksundan sıyrılır da, yüreğe varabilirse zaman gözyaşı yatağından...
işte o vakit,
kum saatine sıkışmış vakti sınırlı gel-git değil,
göğse inen damlada seyreylediğin,
ömrün
ömrüm
emanet
...


30 Eylül 2011 Cuma

Nadasa Bırakılanlar


nadasa bırakılmış deniz
uyuyakalmış fener
âmâ gemi
denize vuran dalga
karaya vurmuş mercan
kaplumbağa sırtında inci
istiridyede kitli kelam
...

sızdım yine kabuğumun yarığından içeriye...
kabuğun altında sağdan başlayıp yazacağım...geometrik olmayan harflerle susacağım...
güneşe kaldır beni, ancak duha vakti suskunluğumu okursan konuşur bu kabuk altı silik sancım...



EsseLam...

28 Haziran 2010 Pazartesi

Bugünün Nasibi



Dünya zamanıyla bir yıl olmuş...




Yelkenlerinden soyunmuş gemilerin direkleri arasından, giderken gün istanbul'dan...


Gelirken sırrını sırtlamış leyl, duha vaktinde vaad edilen muştuya ermek için omuz vermeye yürekleneli bu yüke....


Bu muştuyla, günün ilk ışıklarında gemilere beyaz yelken germek için yürekleneli...




Dünya zamanıyla bir yıl olmuş...




EsseLam...


Ferah-aver

28 Haziran 2009 Pazar

zaman geçerken...


kelimelerin mayasını arıyor...
tutmadı...
sütle yoğurt arasında...
sütten geçeli çok oldu...
tek bir kelimesi yoğurt kıvamında...
araf...
şimdilik bu kadar...


Esselam


Ferah-aver

29 Mayıs 2009 Cuma



Aylardan mayıs canım kestane istedi... Bu durumda mümkün kelimesi ortada salınmaktan utansa da, ben kestane isterken ona sarılmaktan hiç utanmadım...
Mümkünün kollarında kestane tadı var kendisi olmasa da, sıcaklığı var...
Ne zaman üşüyorum desem...
Mümkünüm var...

Ne zaman renkler ulaşılmaz olsa baharda kestane gibi, gökkuşağıyla tüm renkleri bahşedecek bir su damlası ayyuka çıkar ya, işte bu gözün renkleri görebilme sebebi, ağlamayı becerebilişi...İçten gelen bir damlanın bağrını kalpten gelen bir ışık deldiğinde olur her şey...Görünür... Belirir... Rengarenktir...

Ben tüm bunları hissederken bugün, yani özledikten sonra kestaneyi, mümkünle sarılıp, uzun bir yolda yürüdükten sonra, anladım ki yirmi iki yaşımda yirmi iki yaşında anne olan annemin yerinde olmayı istiyorum galiba....Anne olabilmeyi...

Yirmi iki yaşında anne olan arkadaşım bu gece en güzel rüyasını görmüş...
Allah bu rüyadan uzun yıllar uyandırmasın...
Mayıs ayında kestane yemek gibi, rengarenk gökkuşağını içinden doğurmak gibi, gibi kelimesinden önce gelebilecek ve mümkünle sarılmış her şey gibi...
Kollarında uyumadan da görebileceğin bir RÜYA...
RÜYA bebek, ömrün uzun, bahtın güzel olsun...
Allah'ın rahmeti ve bereketi hep üzerine olsun...
Bugün mis kokulu, gökkuşağı renginde bir haber oldun bana...
Hoş geldin...İyi ki geldin...



EsseLam


Ferah-aver

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Başlarken...



Bir kadın gördüm...
Ne o beni gördü, ne de kimse O'nu...
Görüşüm biricikti, sadece benimdi...
Tek bildiğim o kadının yıllar önce aynı yerde bir kadın gördüğü...
O kadın O'nu görmedi ve de hiç kimse görmedi...
Görüşü biricikti, sadece O'nundu...
İkimiz biriciktik bir yokuşta...
Ait olmadığımız ahşap bir evin kapısında...
Birdik...
Çalamadık kapıyı...
Evin perdelerine takıldı gözümüz...
Nedeni vardı bu sessiz iç geçirişin...
O benden önce ayrıldı kapının önünden...
Zaman O'nu benden önce geçti...
O'nu geçen zaman benim için gelecekti...
O gitti...
Ben gittim...
Farklıydi vakti gidişlerimizin...
Ama aynıydı gidişlerimiz...




Giderken götürdükleri ne kadar ağarmış. Zaman ondan geçerken aldıklarını şimdi bana gösteriyor...
seni nasıl anlatsam sayfalar yetmiyor...
Senle karşılaştığımız yer nasıl bir yokuş böyle...
Çıkmakla bitmiyor...
Kalemi tüketiyor...
İyi ki geldin...
İyi ki gördük, iyiki gittik senle...
Bir de birbirimizi görsek senle...
O gün tamam bu hikaye...
Eksik şimdi cümleler...
Eksiğinden doğacak bu hikaye...
Başlangıcın eksiği bunlar tüm bunlar...
...
( çok sildim bu cümleyi... Bu da eksik kalmalı galiba... yerine sade bir üç nokta)
EsseLam...
Ferah-aver



13 Mayıs 2009 Çarşamba

...



Yazamamanın garip bir elbisesi var. Hele hele yazdıklarını görüp hiç tanımadığın bir yabancının kalbinden dökülenleri okuyormuş gibi olmanınki hepsinden ayrı. Tek bildiğim bir hayli sıktığı bedenimden öte ruhumu. Kanatları takılıyor bir yerlere kelimelerin. Rüyamda canım acımazdı, yazılanlar uçabilseydi. Kağıtta kaldı cümleler, çeviremedim semaya yüzlerini... bende gemi yaptım kağıtlardan, bıraktım suya tüm yazdıklarımı... kelimlerin ıslak olması da en az uçması kadar heyecanlandırırdı hep beni... zahiren ıslaklar artık, batınını yorumlayacak kadar cesaretli değilim...


Yürümeye devam ediyorum... yüreği olan yolları adımlıyorum... yoldan heybeme kelam için azık topluyorum... yoldan kendimi topluyorum...biriktirmiyorum bu sefer bir şeyi... birikiyorum...





Zaman geçti... oyuklar derinleşti... taşkınlarım var sanırdım... anladım ki kabım darmış...şimdi oyuklarım var, taşkınlara gebe... zaman gerekli taşmak için, dolmak gerekli, hikmet gerekli...


beklemeli...


birikmeli...


kelamla doğmalı... kelamla doğmalı ki, her taşkın kelamı kirletene afet, kelama yol arayana nimet olsun...





"Hikmetleri, dosdoğru yolun ahadiyeti ile ilk makamdan kelimelerin kalpleri üzerine indiren Allaha hamdolsun. "*





Kelimlerin kalbindeki hikemeti hazinesine katanlara selam olsun... selametle...





EsseLam





Ferah-aver

...



*Füsus







27 Nisan 2009 Pazartesi

Bİr Elim Nisan Diğeri Eylül



Ana uygun şarkı bulunamıyor ya bazen an işte öyle bir an… sessizliği anın gediğine oturtup devam ediyorum…
Nisan mevsimi bitmek üzere, mevsimler ne kadar kısa aylar ne kadar uzun ve eylül mevsimine daha ne kadar uzun aylar ya da başkalarının mevsimleri var… şimdi eylüle özlemi… eylül için birikiyor… nisandan deriyor eylüle… iki yalnızlık arası yalnızlık onun ki, yan yana ama bambaşka yalnızlıkları… bir eli nisanla diğer eli eylülle tutuşmuş, aklı bir çağ göstergesinin tam 0 noktası… yeşertiyor, solduruyor.. ikisine de adil duruyor… birbiriyle toplayınca avuçlarındakini, aklında miladını yazıyor her seferinde…bu yüzden kalbiyle yaşıyor, kalbiyle yapıyor… eylül yanıyla nisan yanını avuçlarında harmanlayıp kalbindeki süveydayı boyuyor...

Düşük enstantane bir fotoğraf karesinde her anı tekrar tekrar yaşarcasına, en sevdiği şarkıyı duymak, en sevdiği renkle boyanmak istiyor…rüzgara saçlarından başka hiçbir şeyini vermemek hep ona karşı dik başlı yürümek…bazen içinden geçmek bazen içinden geçirmek istiyor rüzgarı… hangisi büyüklüktür diye hiç düşünmemek… biri nisan rüzgarıdır biri eylül nede olsa demek… eylülle nisanın elinden tutmak, yalnızlıklarını aynı renge boyayıp, yalnızlıklarının birlikte olmasını sağlamak tek derdi…

Süveydası artık esved değil şimdi… nisan mevsiminin yanakları kızardı, çileklerin en lezzetli zamanı, nisanın heyecanıydı…eylülde çilek kokusu duymak, O'nun için yaşıyor olmak bu olmalıydı…



Sessizliği usulca kucağıma aldım, uyuya kalmış anın gediğinde… şarkı başladı…sessizliğimi uyandırmaz “uçurtmalar”... bana ses olur, nisana ninni, eylüle çilek kokulu bir rüya…

EsseLam
Ferah-aver

23 Nisan 2009 Perşembe

Fener Yanmadan Önce Feneri Yakmak

Denizin dibinde denizden nasiplenemeyen, gündüzün ortasında ışıkta görünemeyen… Sana varsam, tam dibinde ki karanlıktan, suda ki aydınlığını görsem… Nesin sen yüzen bir gemi için? Kımıldayan bir ışık mı ya da karanlık bir kara parçasına ad olmaya mahkum olan mı? Yüzemeyen, üstelik yalnız… Beklediğin değil miydi seni görünce yaklaşmaması gerektiğini anlayıp uzaklaşan o gemi…Bağrında ki ışığı döndürsen de ufuk boyansa da aydınlığınla, gemiler karanlığa yüzer, bilemedin…Gemilerin aydınlığı onu yakmaktan geçer desem sana yakamazsın… Gündüz sana geceyi, geceleri gemilerin gidişini unutturur… Gündüz seni bile unutturur… Görünmez olursun ummanda… Görmez olur gemiler seni… ışıkta senden önce üzerine bulunduğun o kara parçası bellidir hep, yoktur ki bir gemi için sana gerek… Ben ne kadar unutabilirim, unutuşunu, unutuluşunu… Söylesene her gün ölüp tekrar dirilen deniz feneri seni mi yakmalı şimdi? Küllerinden kaçmaz beklediğin o gemi… Bilmedin hiç denizlerin feneri, küllerinle aydınlanıyor şimdi denizlerin görünen en son çizgisi… Ufkun senin gibi ışığı yoktu, fark edemedin onu… Ben yaktım, sen yandın, gemi battı, ufuk ağladı… İnsanlık olanı biteni hiç anla(ya)madı…ufkun gözyaşlarını, katrelerin mutluluğu sandı…


EsseLam

Ferah-aver

20 Nisan 2009 Pazartesi

Kırık Vals




Kulağımda kırık bir valsi anlatmaya çalışan o şarkı, kelimeler benden geçerken şarkı eski filmlerin hala o bahçede siyah beyaz ağladığını, ağlayarak anlatır gibi... Eski filmleri o bahçede izlemeye can atan birine, kırık bir valse bu kadar özenmemelisin der gibi... Hatta her yazı yazılmamalı yazıldıysa da yazıcısından başkası okumamalı sözü senin daha yeni verdiğin bir söz değil miydi kendine? der gibi...Bir akitse bu benim ruhumla aramda şu an akde vefam kalmadı doğru. Hüsn-ü niyet ne kadar kurtarır ruhuma mahcubiyetimi bilemiyorum. İçimden gelene git demedim hiç ,içime gelmeyi bilene de...Ve sen şu an içimde dans ediyorsun dedim şarkıya...Hem merak etme anlamaz bu yazılanları filmlerin siyah beyaz ağladığı o bahçeye giden yolu bilmeyenler... Yolu tarif etmeyeceğime yolun sonunda gördüklerimden bahsediceğime göre dedim... Anlaştık bu gözü yaşlı şarkıyla, birbirimizin kavalyesi olmak için...

Ben onu söyledim , o beni söyledi...O bahçeyi yeniden bulduk... Hükmü geçmiş önceden okunması gereken bir mektup gibiydi beyaz perdede bulmak istediklerimiz... Vakit akşamdı, o bahçedeydim... Eteklerim bir gülün dikenine takıldı...Dikeni incitmemek için eteğimi yırttım...Vakit akşamdı...Karşımda bir beyaz perde, vazgeç izlemekten izlenilen ol... Göz bir tek kendini görmezmiş ya beyazıma dal görmeyeyim seni göstereyim bu bahçede der gibiydi... Yansıttıkları için o kadar renkliydim ki siyaz beyaz olamam sana dedim ...Vaktim akşamdı, vakti akşamdı biliyordum ama onun akşamı benim akşamım değildi... Valsim kırıldı bir lirik dans olduk bu şarkıyla; izletmekten yorulmuş beyaz bir patiskaya...Akşamıma gel dedim o bahçenin beyaz perdesine, izletme izle bu sefer dedim...Beyaz bir perde, yazın o tatlı meltemi , eteğimi yırtan diken, onun mahcup henüz açmamış gülü,ayaklarını yeniden yere basmayı hayal eden tersi dönük sandalyeler... İşte kırık bir valsin izleyenleri o bahçede.. Gülleri uyandırmadan, ılık melteme hoyrat davranmadan, şarkıyla tek beden ama hiç dokunmadan, anlattık her şeyi... Perdeye yansımadan bir film olduk... İkimiz de perdede olamazdık zira hem kırık bir valstik hem de siyah beyaz değildik...Vakit akşamdı... Bu sefer tüm mevcudat için aynı akşamdı...Perdede siyah beyaz bir film olamadık ama göz yaşlarımız siyah beyazdı o bahçede...Hala o bahçede, hep yek...




EsseLam




ferah-aver

23 Mart 2009 Pazartesi

bugün bir kağıtta dünü bulmak...




Takvimlerden yaprakları yırtıp, mevsimlerin adını değiştirdikçe; yaprağını dökmeyen ağaçlar gibi olmalı nefes almak...
Aldığın nefesi verdikçe, yaşadıkça, yağmura da güneşe de mesken olabildikçe dallarınla...
17/10/08

27 Ocak 2009 Salı

Bİz... Birde Küçük Ellerimiz....



Zaman geçer, yazılar bir okuyanı vardır diye sıralanır... Umuttur bu devamlılığın müeyyidesi... Bir dua olsun istersin her yaptığın...Her seferinden dinlendiğinden emin olduğun bir dua...Elinin yüzüne değdiği o anki vuslat... Vuslat anında, artık ellerin toprak...Topraktan ellerin kurak...Karışınca, toprak ellerinle ıslak gözlerindeki yaşlar, akınca avuçlarına , tam el ayanın ortasında ruh halk edilişinin temaşasında...Ruh çamur kıvamında ... Sanki o an yolculuğun en başında, hakikatin kollarında... Ellerinin yüzünü mesh ettiği an, bir teyemmüm temizliği ruhunda...






Bir okuyanı olsun diye yazılır anlar... Bir hatırlayanı olsun ister tarih. Oysa ne kadar seslidir ne kadar tekrarlı aynı zamanda. Bir anlamı olsun ister kendine hiç bir zaman anlam entarisi bulamayan dil bilgisi kitabı mahkumu "şimdiki zaman". An hissedilmek ister. Ne önce, ne de sonra...Oysa şimdi hep anlatılandır miş'li geçmiş zamanla... Bugün geçmiş zaman kipinde hikaye olmaya bırakılan şimdiki zamanlar için yazıyorum. Hikayesi bile anımsanmayan o gözü yaşlı anlar için. Unutmamak için unutturmamak için. Dinlendiğimden emin olmak için yazıyorum. Dinleyeni olduğundan emin olduğum dualar gibi olsun istiyorum anım. Ellerimde ki çamur gibi şerefli olsun dimağım... Yüzüm ateşten ırak... Bir de utancım olsun izlediğim şimdiki zamanın akıbetine... Aynı anı yaşadığım insanlığın haline... Şimdi, şu an, bu dem her ne varsa zamanı anlamlandıracak o kelimenin gölgesinde , ben bu yazıyı yazarken, benden ırak sandığım bir beden son nefesini verirken, ben şimdi ki zamandan bile daha anlamsızken, bu yazı nereye gider...






Yarın.... Evet bu sefer bir gelecek zaman tuzağı o kelimede hangi sabaha uyanacağım? Uyandığımda kaç kişi olacağız ellerinde varlığını bulup yüzünde onu anlamdırma çabasında olan? Beceremesekte bunun farkında olan? Sabahlar bize daha ne kadar uzak olacak? Geçmişin kirli elbiseleri yarının sandığında...Bizler sandık lekesi entarinin kollarında... Anın elini kolunu bağlayan , onu geçmez, yaşanmaz kılan bizler... Riya kisvesiyle giyinenler... İzlemek aynı kalsın, çözelim artık ipleri an nefes alsın ,yaşasın... Geçmişe tövbe bulalım, geleceğe temiz entari... İzlemek aynı kalsın diyorum yeniden... İzleyelim el ayalarımızda semadan bize bahşedileni... Yaradılışımızdaki o gerçeği... Aynadan yansıyan bu umursamazlığa ellerimizle bir teyemmüm gerekli... Bir vuslat gerekli bizlere, bizden ırak düşen en kıymetli parçamızla... Kalbimizle...Yine yeni başlangışlar için...






Bana bu yazıyı yazma gücü veren Filistin'li küçük kız seni seviyorum. Beni hissettiğini bliyorum senin sözlerin ve gözlerindeki ışık bana nasıl bir meltem olduysa, benim sana hissettiklerim şimdi şu an bir demet mutluluk olsun kalbine. Ufak bir tebessüm olsun yüzünde senin o doğuştan teyemmümlü, tertemiz yüzünde... Topraktan geldiğini hiç unutmamış ellerinde... Bana topraktan geldiğimi hatırlatan gözlerinde bir tebessüm olsun.... Seni hiç unutmayacağım... Bir rüya görelim şimdi bende uyuyayım bu yazıdan sonra, kızım diyeyim sana sarılayım bir kere, ne kadar derman olurum yarana, ne kadar anı anlamlı kılar kollarım sana bilemem... Dedim ya rüya bu, lamekan, lazaman... Biz senle rüyalarda buluşalım olur mu? "Şimdi" özgürken, "geçmiş" çoktan geçmiş ve "gelecek" geleceğini söyleyen bir yalancı olmaktan vazgeçmişken....Uyandığımızda yine de yeniden diyelim bir kez daha. Zamansızlık ve mekansızlık düşlerimize emanet... Devam edelim anlamak ve anlamlandırmak için... Kimbilir belki yollarımız kesişir bir Mescid-i Aksa duasında...Hayal ettiğimiz o özgür kudüs yollarında... Bir şimdiki zaman numunesi bu unutma. Gördüğün an sıkı tut sakın bırakma... İnşallah anlarız ve anlamlandırırız o zaman senle... Aldığın her nefes, vardığın her secde miracın olsun küçük kız... Yoktan varedene emanet ol...






EsseLam


Ferah-aver

19 Ocak 2009 Pazartesi

Eşsesli Mübareklik







Mısır sana seslensem hatırlar mısın kendini benden önce?


İsmimden önce ismini, hatırlayıpta çevirirmisin kavruk sadrını yanıbaşındakilere?


Mısır! Utanıyor musun yoksa dilsizliğinden, sessizliğinden, bağrında yaşattığın bedenlerden?


Sen Yusuf'(a.s)a diyar olan mısın?


Yusuf(a.s) karanlık kuyulara atıldığında ne kadar ağlamıştın hatırlıyor musun?


Ya yanı başında bugünlerde kaç yusufun kara kuyularda mahkum bırakıldığını biliyor musun?
Kaçının sonu aydınlık oldu, kaçının mezarı oldu karanlığı?
Mısır bağrında mübarek ayakların dolaştığını hatırlar mısın hala?
Yusuf(a.s) sana bastı diye sen güzelsin.
Yusuf(a.s) yüzünden cümlelerimizde nesnesin.


Yusuf(a.s) bitmediği için sen bizde tükenmezsin...


Kudüs tüm yitiklere dua...
Senin içinde bir duası vardır elbet bizimkini aciz bıracak...


Senin ellerinin kıblesi neresi Mısır?
Mescid-i Aksa sensiz...


Affın ağlama duvarında kara leke...


Ellerin nerede?


Sen kimsin söylesene?
Musa(a.s) sende doğmuş ,nübüvvetle yeniden doğurulmuş...


Mısır! Bir asanın en çok ne olabileceğini en iyi bilen değil misin sen?


Sen kızıl denizin kalbinin yarılışına, firavunun kalbinin ölüşüne şahid olan mısın?


Kızıl denizi öfkelendireni unutma!


Bir asanın toprağına indiğinde neler olabileceğini de unutma!


Ve asanın asıl sahibinin Nil'i bağrından akıtışınıda...
Unutma şirkle, küfürle kirlenmiş toraklarına Yaratan'ın Nil'le gusül aldırışını...


Nil hala akıyor Mısır...


Tövbe et kapattığın tüm kapılar, söylediğin tüm yalanlar, kayıtsız kaldığın tüm yusuflar için...
Zamanın kısa bunu bil...
Sen kuyuları hep dışarıdan izleyen, şunu unutma:


İzlemek baki olur , dışarısı mazi sana... İçeriden izlersin, dışarısı gözükmez...
Mısır! içeriden izlemek, dışarısı gibi uzun sürmez...


Sonra sen ölürsün, zaman ölmez. O seni anlatır kuyuları izleyen tüm coğrafyalara...


Sende bitersin, bizde biteriz...


Mısır! Hatırla artık bağrına basan mübarek ayakları!


Unuttur tarihe soyadı mübarek olanları!


EsseLam
Fetah-aver

3 Ocak 2009 Cumartesi

Ben Flistin'im

Mostar Köprüsü'nde Yürüyen Gazze'ye Rastladım







Nerden başlamalıyım bilmiyorum… Bildiğim tek şey sözlerim bittiğinde bu aciz bilmeyişimin devam ediyor olması olacak…

Ben Gazze’li çocuk. Üzerime doğru silahla yürüyen bir asker hayal et dünya birde benim çocuk olduğumu unutma! Bugünlerde bilmiyorum, bilemiyorum bir türlü. Hiç bir şeye benzemiyor hissettiklerim. Yırtık bir uçurtmayı havalarda görme hayalim ya da bu dar Gazze sokaklarında patlak bir topla oynadığım oyunlarıma aradığım çözüm yolları bundan daha sadeydi, anlıyordum ve anlamlandırabiliyordum. Dünya, bilirisin benim adım bir sıfat tamlaması. Gazze’li çocuğum ben. Beni bir tamlama yapan şehrimin adı Gazze’deyim. Ve burada tamamlandım... Noktam konuldu topraklarımda. Ben Gazze’li çocuk; dünden farklı olarak bugün bilmiyorum ve bilmeyişimi kimse bilmiyor… Ve soruyorum sana dünya: Alnıma doğru uzatılmış namluya parmağımı tıkasam, Gazze ağlamayı durdurur mu?


Ben Gazze, beni dilsiz sandın değil mi dünya ve kör aynı zamanda. Sen dönersin, içindekiler döner, anlamlar döner. Atlaslarda sahibim var gibi durur dedem dünya, babam Orta Doğu… Anne öksüzlüğü benimkisi yeri dolmuyor. Olanlardan fayda gelmiyor. Yanı başımda celladım var kimse beni korumuyor . Terk edildim, yalnız bırakıldım. Suçsuzdum suçlar bana yıkıldı. Sahiplenilmedim, belki de sahiplendirilmedim kim bilir. Adımın sonuna birde şerit eklediler. Bu şeridi boynuma doladılar ve nefessizim şimdi ama ölmedim hala. Üzerimde yaşayan bedenler aldıkları nefesi “Hu” diye veriyorlar. Bana nefes oluyorlar. Boynumdaki ipler gevşiyor. Bu yeni bir başlangıç mı yoksa gerçeğe doğru bir geçiş mi bilmiyorum. Ben Gazze; topraklarımda küçük bir çocuk gördüm. Alnına doğru uzatılmış namluya parmağını tıkadı. Parmağının ucunda yanlışlar vardı… Hüzünler vardı… Uyuyacağını biliyordu… Bildiği bir şey daha vardı. Uyandığında tekrar benim topraklarımda uçurtması gökyüzünde olacaktı… Topu sapasağlam kollarında… Benim sokaklarımda rüzgarla koşacaktı… Ben Gazze; benim çocuğum şehadet ile giyinirken, ne kadar güçsüz olduğumu anladım…Küçük bir çocuğun ne kadar büyük olduğunu aynı zamanda…Toplar yağıyor çorak topraklarıma, köprülerim yıkılıyor. Bosna’nın sesi geliyor kulağıma. Sokaklarımdan içime işliyor… Ben Gazze. Bosna’nın başına gelenler bana uğramaz sanmıştım… Şimdi içimde kaç Mostar yıkılıyor…

Ben Bosna. Tam alnımın ortasına bir yazı yazıldı: “Don’t forget ‘93”. Ağlayan taşıma kazıdılar bu yazıyı. Yazdıkları günü unuttular. Taşım unutmadı hiçbir şeyi. O hep ağladı. Benimde çocuklarım oldu namluya elini dayayan, benim için benliğinden vazgeçen yürekli çocuklarım. Çoğuna yürekli olabilecek kadar bile vakit vermediler. İki nefes arası sırlandı üzerimde ki bedenler… Ben Bosna’yım… neler gördüm kaç bin bedene mezar oldum…”Evlad-ı Fatihan” yadigarı Mostar’ım yıkıldı nehrim kana bulandı… Feryadı okyanusları aştı…Duyuramadım sesimi… Üstelik sesimi kesenler aklandı adaleti dağıtan organlar tarafından… Ben hiçbir şeyi unutmadım. Hala kanıyorum. Mostar’ım kanıyor. Çimento sıvasıyla izlerimiz kapanmadı. Ben Bosna batıdan ağlıyorum Orta doğuya… Bilirim namahrem ellerin topraklarda izler bırakmasının ne demek olduğunu… Şimdi Gazze’nin sadrına geçirilmiş tırnakların yol açtığı yaralar için ağlıyorum… Hiç bir şeyi unutmadım. En çokta ağlayan taşımdaki unutma yazısını unutanları… Bitti sanmıştım ama ne Radovan Karadzic’ler bitmiş ne Ratko Mladiç’ler ne de ölüm makinesi askerler. Anladım ki tek biten Fatih Sultan Mehmet’lermiş…

“Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya ilân ediyorum ki; kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum:

Hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. Devletimdeki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler.
Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan, ne de ülkemin vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir.Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse onlar da aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanını ilân ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın elçisi aziz peygamberimiz Muhammed ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki; Emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır.”*



Ben tüm bu olanların çaresiz tanığı, yazıcı. Bosna olmak, Gazze olmak… Gazze’de kocaman yürekli bir çocuk olmaya çalışmaktı bunca sözün amacı. Ne kadar olunabilirse o kadar oldum. İşte bu yüzden yazının başındaki gibi acizim. Ben ağlamasam kelimeler ağlıyor, akıyorlar beyaz sayfalardan aşağılara. Bu kadar tutabildim kelimeleri avuçlarımda. Kelimelerin sultanına bıraktım sözü Bosna’nın, Konstantiniyye’nin, cihanın sultanına… Fatih Sultan Mehmet Han’a... Hakkını helal etsin diye. O’nun boynunda Nebi-i Zişan’ın(s.a.v) hadisi, elinde yüzyirmidörtbin peygamberin kılıcı, dilinde Lafzatullah var. Bosna ağladı sustuk, Gazze ağladı susuyoruz. Yüzümüz batıya dönükmüş ya galiba olanları uzun metrajlı film zannediyoruz. Fatih’in Bosna için verdiği fermanı yorumlamıyorum. Haddime düşmediği için. Tek bildiğim bu ferman, okuyanın içinde dürülüyor. Bu anlayış bu naiflik, ruhuna işliyor insanın. Ve her zaman ki özlem daha da körükleniyor.

Ben olanı biteni anlatma savaşında olana bitene yenik düşen yazıcı. Olan biten dile gelir sandım. Mostar köprüsünde yürüyen Gazze’ye rastladım…


EsseLam...
Ferah-aver


*28 Mayıs 1463 Milodraz Dünya Fatihi, Haşmetli Ve Ulu Sultan'ın İmzalı Ve Parlayan Mühürlü Fermanıdır

17 Aralık 2008 Çarşamba

Süleymaniye'nin Seyir Kapısı: Ağa Kapısı







Gökyüzünün merhametli olduğu bir Dersaadet günüydü. Yağmur inceden çisil çisil yağıyordu. İstanbul hala yağmur elbisesini giyebilecek kadar zarif, hala ruh-i gusül gününün heyecanıyla yaşlı ama dimdik, yıllara inat…




Güzel bir vapur yolculuğu… Martılar; duygusal müebbetlerimde vefakar yoldaşlarım. Gözlerimle onların kanatları arasındaki keşfedilmemiş bir dil… Beyaz kanatların sırrını daha fazla ifşa etmeden yolculuğuma kaldığım yerden devam etmeliyim galiba zira ne onların dili dile gelir ne de o dilden mahrum olacak ben bir daha ben olur. Eminönü’nde buldum kendimi. Yeni Cami’nin kollarını açışı her zamanki misafirperverliği… Ne kadar farkındayız acaba? Güvercinler kadar olmadığımız kesin. Yeni caminin eteklerinde uçmayı büyük bir mirasın bekçiliğine ve ona yakın olmaya tercih eden güvercinler… Temaşaya davet ediyorum efendim inanmayanları. Kafamı sola çevirip, göklere en yakın kubbeye bakıyorum. Heybetli Süleymaniye. Yaralarını sarıyorlar Süleymaniye’nin bu günlerde. 2010 yılında İstanbul’un kültür başkenti olacak olması hasebiyle bu hummalı çalışma. Beni o yüceliğe yaklaştıracak bir Fatih otobüsüne biniyorum. Fatih su kemerine yakın bir yerde iniyorum. Her indiğimde aynı hayalle baş başa kalıyorum. Sukemeri’nin üzerinden İstanbul’u izlemek. Su gibi aziz olunur her halde bu seyir ertesindeJ Benim bu hayalimi gerçekleştiren Fatih’in yürekli çocuklarına teşekkür ediyorum. Onları orda görünce mutlu oluyorum. Soldan bir sokaktan sızıyorum Süleymaniye’nin damarlarına… Tatlı bir yokuş… Adım attıkça tarihin sırtıma yükledikleriyle nefesimi kesen bir yokuş. Sağımda Zembilli Ali Efendi… Yürüdükçe çoğalıyor insan bu sokaklarda. Bir bakmışsın sol yanında Molla Hüsrev. Bu kalabalık yürüyüşün ardından kendimi gizemli bir kapının eşiğimde buluyorum. Ağa kapısı… Buyuralım bakalım hep birlikte…


Ağa kapısına vardığınızda burada böyle bir mekan olduğuna inanamıyorsunuz. Hatta sizi getiren arkadaşınıza şaşkın bir ifadeyle bakışınız tabiatıyla normal karşılanabilir. Mekan bulunduğu yere münhasır diyebiliriz. Tasavvufun edeplerini sergiler gibi. Dışarıdan baktığınızda çokta bakımlı olmayan bir sokak. Mekanın dışı benzerlerine nazaran şatafatlı olmayan sade bir görünüme sahip. Kapıyı aralıyorsunuz( ağar bir kapıdır:))ve güzel nargile kokuları eşliğinde ilerledikçe ahşap bir dekorun ardından, karşınıza çıkan nostaljik bir İstanbul manzarası… Bir şiir tadında İstanbul ayaklarınızın altındadır gerçekten. Seyr-u süluk yolunda yürüyen zevat gibi; dıştan virane gibi gözüküp içinde sultanların, padişahların sahip olamadığı sarayların sahibi olan zatlar gibi… Dışına bakıp da tercih etmeyenleri yada fark edemeyenleri; içindeki cennet numunesi manzaradan mahrum bırakan bir mekan…




Buranın sıcak ve misafirperver sahibesiyle yaptığımız o güzel hasbıhal esnasında, bendeniz askında buranın bilinmesini çokta istemiyorum diye bir cümle kurunca bakın karşılaştığım tepki nasıl oldu:


Hanım efendi:” sizlerde böyle bir hastalık olduğunu düşünüyorum. Özellikle ilk kurulduğumuz yıl buraya gelen kitle hep aynı, sürekli geliyorlar ama yeni kimseye rastlamıyorduk. Daha sonra öğrendik ki gelen arkadaşların hepsi kendi arasında anlaşmış burayı kimseye haber vermemek için. Tabii ki sitem ettik. Çok şükür işte buradayız. Bu tutumu kırdıktan sonra ikinci katı açtık”
Ben savunmamı yaptım tabii. Güzelliklerin kıymetinin bilinmediğinin, yanlış nazarın bu güzellikleri kirleteceğini düşündüğümü söyledim. Bunun üzerine tatlı bir tebessümle karşılaştım. Korkmamam gerektiğini söyleyerek karşılık verdi. Gülümsemesinde buranın bulunduğu yer ve tasavvurunun kuvvetli bir kalkan olduğu saklıydı. Bu garip bir güven, içimi rahatlatan bir güven. Buraya yazdığımı duyunca,bu konuşmaları yazabileceğimi önerince, bende bundan zevk alacağımı belittim. Ve başladık bir kuruluş hikayesine…
Buranın ilk açılış nedenlerinden birinin; hazırlanması oldukça güç olan Osmanlı Şurubu gibi bir çok tarihi şifalı şurubun ve bitki çaylarının insanlarla buluşmasını sağlamak olduğunu söyledi. İnsanların içecek konusunda çok radikal değişiklikler yapamadığını bir türlü çaydan ve kahveden vazgeçemediklerini söyledi. Bu cümleden kendime pay çıkartmadım değil. Bu konuda ben de muhafazakarım galiba diyip kafamı öne eğerek muhabbete devam ettik. Şuruplar ve bazı şifali bitki çayları hakkında bilgi paylaşımında bulundu. İşte şurupların ve çayların içerikleri:

OSMANLI ŞURUBU: (soğuk içilir) Tarçın, karanfil,defne,kişniş,m. Eriği,kuşburnu,siyah üzüm, beyaz üzüm,kayısı. Osmanlı şurubu vücut direncini arttırır, enerji verir.

TIBBİ NEBEVİ:sinameki, misvak, çörek otu, kekik. Tıbbi nebevi öksürüğü rahatlatıcı,antiseptik özelliklere sahip. Ayrıca çörek otu ölümden başka bir çok hastalığa şifadır( hadis-i şerif)

ABI HAYAT: meyan kökü, incir, kayısı,hünnap. Abı hayat mide hastalıklarında rahatlatıcı ve temizleyicidir.

NEDİMİ: sudan çayı, karanfil. Nedimi gaz süktürür, rahatlatır. Anjin ve öksürüğe iyi gelir.

MEVLANA: biberiye, nane, tarçın. Mevlana gribe ve mide bulantılarına iyi gelir. Hazmı kolaylaştırır. Kalbi ferahlatır.

ŞİRİPTİNE: Yasemin, kakule. Şiriptine romatizmaya iyi gelir bağırsakları rahatlatır.



Bu bilgileri kısaca aldıktan sonra daha bir çok bitki çayının bulunduğunu ve hepsinin denenmeye değer olduğunu ekliyor kendileri. Bu çayların ve şurupların tamamen doğal olduğunun ve hiçbir katkı maddesi bulundurmadığının altını çizdi. Osmanlı Şurubunu en fazla 3 güne yakın bozulmadan muhafaza edebildiklerini bu işin bir hayli zor olduğunu ekledi. Özellikle dozajları ayarlamanın çok ince bir iş olduğunu da ekleyerek küçük faklılıkların önemli yanlışlıklara sebep olabileceğini söyledi. Bu ince hesapların ve işlerinde gösterdikleri hassasiyetin karşısında şaşkın ifademi gizleyemedim. Bu hizmetin muhatabı olarak şükranlarımı sundum.




Saat baya ilerlemişti. İstanbul geceleyin içinde barınan tüm bayanlardan daha güzel, siyahı en asil böyle taşınabilirdi . Ve ışıklar İstanbul’un eşsiz mücevherleri. Süleymaniye’den bir başka… Gündüzü gibi gecesi de bir başka… Hayran bakışlarımı gören sahibemiz bir ramazanda geceyi uzun uzun paylaşmayı ümit ettiğini söyledi, Şehr-i ramazanda buralar daha da başka olur dedi. Bendeniz de Şehr-i ramazanda burada olmanın bugün kurduğum en güzel hayallerden biri olduğunu söyledim. İnşallah nasip olur diyerek muhabbeti nihayetine erdirdik.






Bir yazı sözümü yerine getirmiş oldum. Keşke daha fazlasını yapabilseydim, elimden bu kadarı geldi. Bendeniz hem kusursuz hizmet hem de sıcak muhabbet için Ağa Kapısı’nın çalışanlarına teşekkür ediyorum. İyiki varsınız diyorum. Sizin Süleymaniye’yle kanınız aynı. Siz Süleymaniye’yi Süleymaniye sizi ayakta tutuyor. Duruşunuz baki olsun.








Süleymaniye’yi arkama almaya razı olamadım yan yana gidelim dedim. Eve dönüşümü laleliden yaptım bu yüzden. Yağmur usul usul yağıyordu her şey başladığı yere dönüyor ya benimkiside öyle işte. Kafamda üstadın mısraları yürüyor ben adım attıkça ve ıslanmayı göze alabildikçe…




Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince


Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur.




Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,




Aynalar yüzümü tanımaz olur.




NFK

EsseLam...


Ferah-aver

14 Aralık 2008 Pazar

Agah Ol Erenler! Agah Ol İstanbul!





Bu yazının ortaya çıkma sebebi, belki de uyanıkken bile, bazı şeylere uyur vaziyette bakan bendenizin uyanış özlemidir. Bir ses bekliyor ruh geceli, gündüzlü süren bu gaflet uykusuna cevap olarak: “Agah ol erenler!” Evet agah olmak için; bu arzuyu benle paylaşanlar için sıralandı kelimeler bugün.


Agah kelimesi Farsça bir kelime olup; vakıf, mutteli, muteyakkız,arif, aşina, dikkatli,haberdar, uyanık anlamlarını taşımaktadır. Aynı zamanda bu kelimeye tasavvuf literatüründe; halden anlayan, doğru yolu gösteren, maddi ve manevi olarak darda kalanların imdadına yetişen bilgin ve olgun, Hak adamı, hoşgörülü ve kalp gözü açık veli gibi anlamlar da yüklenmiştir. Biz tasavvufta agah etmek derken, uyandırmak anlamını kast etmiş oluyoruz.


Kelimenin anlamından yola çıkarak, Mevlevi tarikatında “agah ol erenler” deyiminin inceliğine sizleri davet ediyorum.. Tekkede içerisinde , mutfakta görev yapan içmeydacı, sabah ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol dedem" diyerek uyandırırdı. Bu uyandırma gece teheccüd namazı için olurdu. Bu uyandırma işi bir başka uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demekti. Buradan da Mevlevilikte uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmanın tarikat edeplerinden biri olduğunu anlıyoruz. Mevzunun deruni kısmını olgun dervişe “agah can” denilmesi açıklıyor. Uyandırmada ki edep bir yana agah olmanın, bir nevi imanca olmak anlamına geldiğini görüyoruz. İnsanı mukaddes kılacak o sürekli uyanıklık ve Yaratanla birlikte olma hali…Birini teskin veya dikkatini bir noktaya çekmek için “agah ol ya hu” denilmesi de, yine gaflet kaplarını örten bir el oluveriyor tasavvuf denizinde. Kendine gel ,dikkatli ve uyanık ol diyor muhatabına.Bu yüzden büyüklerimiz kalbin uyanıklığının önemini; “Hakkın tecellisi nagah gelir,ama dil-i agaha gelir” diyerek uyanıklık halinin kamil imana kavuşmak yolunda en önemli merhalelerden biri olduğunu gözler önüne seriyorlar. Bu yolda ilerlemiş kamil, arif, vasıl ve aşık mürşitlere de pir-i dil-agah denilir. İşte bu noktadan sonra agahlık hasıl olursa zikrin gayesi de hasıl olur. Yani zikrin özü ve ruhu, gönlün hak’tan agah olmasıdır.




Niyetim başkaydı bu yazıya başlarken, kalp işte yine inkılap etti. Haddime düşmeyen bir konuyu ele aldım belki. İşin ehillerinden özür dileyerek bitirmek istiyorum. Çok titiz davranmaya çalıştım, ama yine de olur ya kusur ettiysem af ola. Güzel bir Süleymaniye günü… Birde agah olmaya muhtaç İstanbullu…. Her ikisini de fotoğrafladı gözlerim bugün. İstanbul içinde barındırdığı tüm ruhlara “agah ol!” diye nida ediyordu. Hem içinde bulunduğun şehrin gerçeğine uyan hem de içindeki gerçeğe uyan diye...


Süleymaniye’yi duydum bugün ikindi vakti; yorgun kubbesinden “agah ol…agah ol!” diyordu. Süleymaniye’yi gördüm bugün akşamdan sonra ölüm rabıtası yapıyordu… Yüce Yaratan agah kullar zümresine ümmeti ilhak eylesin…Son sözü de Yahya Kemal söylesin:


Bu şek bağrımda her gün gah u bigah
Dolaştım “Hu” deyip dergah dergah
Ümid ettim ki pir-i dil-agah
Desin: “Destur” mihrab-ı hafadan


EsseLam…


Ferah-aver

12 Aralık 2008 Cuma

Bİr Osmanlı İnceliği: Kuş Evleri



Bu yazıda, sadece Osmanlı Kültürü'nde bulunan Kuş evlerinden bahsetmek istiyorum. Serçe saraylar, tarihi bina ve mimari eserlerde yer alırken, günümüze gelen ince bir zevkin göstergesi olarak yapıları süslüyor. Ecdadın kuşlara yüklediği manevi anlamlar ve verilen değerin göstergesi olan bu kuş köşkleri, Osmanlı Medeniyeti'nin incelikler medeniyeti olarak adlandırılmasının haklı göstergesidir.




Kuşlar İslam Medeniyeti'nde de hak ettiği güzel sıfatlarla anılmıştır. Cennet kuşu, melek gibi kelimelerle uçmuştur bu zamana kadar. Onlar kimi zaman tefekkür sahasında güzellikleri ve zarafetleriyle Allah’ın halk etmedeki o muhteşem sanatının göstergesi oldular. Özgürlüğünü kanatlarda arayanlara, uçmanın gerçeğini gösterdiler. Çocuklara ya da masallara inatla inananlara Zümrüdüanka oldular. Küçücük ayaklarıyla anlamı kendilerinden ağır sözleri taşıdılar, uzakları kanatlarıyla yakın ettiler. Kuşlar… Evet onlar sahip oldukları temizliğin hikmetiyle insanoğlunun, medeniyetlerin, dinlerin dolayısı ile Osmanlı'nın kalbinde saraylara ve köşklere sahip oldular. Seslerine ötmek dedik dilde, şakımak dedik… Vardır ötesi elbet. Onu bilmek Süleyman(a.s) olmak ister ya da kuşla birlikte uçmak ister bedeninden ötelere… Kuşlarla uçabilen kamil imanlara selam olsun…

Mezar taşlarının başına suluklar yaptık. Rivayete göre o sudan kuşlar rızıklandıkça sırlanan ruhun günahları dökülürmüş. Bu kuş evleri daha çok camilerin ve evlerin kıble tarafına yapılırmış. Sabah ezanı vakti olduğunda kuşların hareketlenme esnasında çıkardığı seslerle ev ahalisi uykularından uyanır namaza kalkarlarmış. Kuşların sabah ki hallerini bilen vardır belki aranızda. Sesleri bir başka, duruşları bir başka olur. Ya da bir sabah namazını camide kılanınız olduysa Ezan-ı Muhammediye okunurken onların makamla dansı içlerindeki letafetin ayyuka çıktığı an… Hepsinin aynı anda aynı nidayı arşa salması, ta ki güneş doğana kadar semavatın, hayvanatın, tüm mahlukatın; arzın ve arşın dansı... Onlar bizlere rahmet elçileri olarak gönderilmiş güzel varlıklar. Yüce Yaratan İslam tarihi'nde bunun tam tersini de hüküm buyurmuştur. Eberehe fillerle Mekke’ye saldırınca o zarafet timsalleri Allah’ın neferleri oldular. Bu sefer mektup değil can alıcı taşlardı taşıdıkları. Kafirlerin sonu oldular, Mekke’nin soluğu oldular…Mekke’ye kurtuluş oldular kanatlarıyla…



Birazda kuş evlerinin tarihinde bir yolculuğa çıkalım:


Kuş saraylarının ve evlerinin tarihini araştırdığımızda çok eskilere dayandığını görürüz. İlk kuş evleri Sivas’taki İzzettin Keykavus Şifahanesi’ndedir. Bunlar 13. yüzyıla ait örneklerdir. 15. yüzyılda klasik Osmanlı mimarisinin etkileriyle sayıları çoğalan kuş malikanelerinin yapımı, 19. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Minyatür saraylar, Osmanlı’nın sevgi ve merhametini sembolize etmenin yanı sıra Türk sanatını şekillendiren sanatkârların ince zevkini, geniş hayal gücünü, ayrıntılara verdiği önemi ve dönemin mimari anlayışını gözler önüne serer.


Çoğunlukla serçe, saka, kırlangıç, güvercin ve leylekler için tasarlanan kuş evleri, önceleri camii, medrese, kütüphane, han, hamam, türbe, köprü, kilise, sinagog ve sarayları süslemiş, ardından evlere de yapılmaya başlanmıştır. Kuş evleri, genellikle tuğla, kiremit, taş, harç, gibi malzemeler kullanılarak yapılmış, zarar görse de zamanımıza varabilmiş; ahşap evlerin minik sarayları ise çıkan yangınlar sonucu yok olmuş, günümüze ulaşamamıştır.


Osmanlı insanları, kurduğu vakıflarla sadece insanları değil, hayvanları bile düşünmüştür. Kuşlar için kurulan vakıflar özel izlenimler sonucunda oluşmuştur. Uçuş rotalarında yaralanıp düşmeleri halinde onların tedavisini yaparak sürüsüne yetiştirmek üzere çalışmalar yapan Göçmen Kuşlar Vakfı, kışın kar ve buzdan yerlerde yiyecek bulamayan kuşların ölmemesi için buz ve kar üzerine yiyecek bırakan Darı Vakfı gibi vakıflardır bunlar… Sultan Ahmed Camii İmareti’nde, sadece insanlar için değil, kuşlar için bile yerler yapılmıştır. İmaret vakfiyesinde, artık yemeklerin kuşlar için yapılmış yerlere dökülmesi yazılı bulunmaktadır.


Osmanlı yönetimi evcil olsun ya da olmasın diğer hayvanlar için de vakıflar, hastaneler kurmuştur. Soğuk kış günlerinde kurtların aç kalmamaları için kar kış demeden ıssız dağ başlarında et dağıtmışlar, kedi hastaneleri açmışlardır. Hatta Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre, Osmanlı halkı İstanbul’da kurulan büyük kuş pazarlarına haftada bir giderek kafesteki kuşları satın alır, bunları orada uçurup özgürlüklerine kavuştururlardı.



İstanbul’un kuş evleri, Bali Paşa, Doğancılar, Şeb Sefa Hatun, Nuruosmaniye, Fatih, Eyüp Sultan Camileri, Bereketzade, Kara Mustafa Paşa, Amcazade Hüseyin Paşa, Seyyid Hasan Paşa, Feyzullah Efendi Medreseleri, Süleyman Halife, Ragıp Paşa, Amcazade Hüseyin Paşa, I. Mahmut, Şah Sultan Sıbyan Mektepleri, Laleli Sebili, Laleli Taşhan, Büyük Vakıf Han, Feyzullah Efendi Kütüphanesi, III. Selim ve III. Mustafa Türbeleri, Balat Köprübaşı Durağı, Küçükpazar Araphan gibi mekanlar da gözümüze çarpar. Kuş evleri bazı yapılara restorasyon ve tamirat çalışmaları sırasında sonradan ilave olmuştur. İstanbul Taksim’de bulunan Taksim Maksemi’nde sonradan eklenmiş bir çift kuş evi örneğine rastlanır. Kuş evlerinin mekanı tabii ki sadece İstanbul değildir… Osmanlı’nın yüz sürdüğü her toprakta bu izlere rastlamak mümkündür. Sayıları çok az da olsa Trakya’dan Doğu Anadolu’ya kadar memleketimizin her köşesinde kuş evlerini görebiliriz. Tokat ve Antakya’da Ulu Camii, Niğde Kığılı Camii, Merzifon Kara Mustafa Paşa Hanı, Amasya Sultan Beyazıt Camii, Nevşehir Damat İbrahim Paşa Kütüphanesi, Doğu Beyazıt İshak Paşa Sarayı Camisi, Hayrabolu Çorumi Mustafa Efendi Camii, Kayseri Şeyh Çeşmesi…




Sonuç olarak kuşlar dedim…Uçmak dedim…O kanatlı özgürlükten bahsettim. Medeniyet inceliklerle dolu bir medeniyet…Okudukça ve araştırdıkça şu an soluduğum nefesi hak ediyor muyum diye düşündüren bir medeniyet. Ecdad hakkını helal et diyorum. Rabbim benim bu duama kanatlar versin Ahsen-i İlahi’de kabulü için.

EsseLam…

Ferah-aver

11 Aralık 2008 Perşembe

Kitap arası




Sıcak ve güneşli bir İstanbul günü... Tabiat, takvimde yazılı aralıkla inatlaşır gibi. Nasıl tabir edilir bilmiyorum ama mevsimin adının kış olduğunu düşünürsek eğer, kış kostümünü değiştirmiş gibi:) umarım sonu hayırlı olur.

Havanın güzelliğini fırsat bilen İstanbul'lu atmış kendini dışarı onlardan biri de bendeniz oluyor. Şehrin en renkli semtlerinden biri Kadiköy'de buldum kendimi bugün.Örgün eğitim(!) binamın bulunduğu yerde düzgün bir kitapevi bulunmaması hasebiyle uzunca bir vaktimi sevdiğim bir kitap evinde kitaplarla birlikte geçirdim. Bu tür mekanların kendine has kitap kokusu var, vucutta bağımlılık oluşruran bir şey olduğu kesin. Uzun bir süre sayfa soluduktan sonra, soluğumu alamadığım sayfaları satın aldım. Çok değerli yazarlarımızdan sayın Nazan Bekiroğlu hocamıza da içime işleyen kelamı için buradan şükranlarımı sunuyorum.

Murat ÇeliK'in çok yakınlarda "Aşkın elif hali" adlı bir kitabı yayımlandı. Bugüne dair üzüntüm bu kitabın Kadiköy' de hiç bir kitap evinde kalmamış olması ya da hiç bulunmayışıydı. Haftaya bulmak ümideyle diyip kendimi umutlandırdıktan sonra bu kitabın arka kapak yazısını paylaşmak istiyorum. Şöyle diyor Murat Çelik :

"aşkın elif hali'nde eliften habersiz kendime ordular biçiminde lal olmuş haller içindeyim.."

Tek satır ama sadrı dağlayan bir cümle olduğu kesin...

Gün böylece sonlandı. Bugünü benle paylaşan kadim arkadaşıma da teşekkür ederim güzel muhabbeti için. Arada iyi geliyor demli çayla hasbihal... Sağolasın...


EsseLam...
Ferah-aver


Esselam...








Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi


Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası


Yunus Emre






Öncelikli olarak tuşlarla ilişkimin çok iyi olmadığını belirtmeliyim. Bu satırları yazarken ellerimin kaleme olan vuslat dualarını işitir gibi oluyorum. Mahrem bir ilişkimiz var kalemim, kağıdım, yüreğim, dimağım..Öncelikli olarak kağıda düşmeyen hiç bir şeyi buraya yazmıyorum, daha da doğrusu yazamıyorum Lihikmetin diyelim...Bu mahremiyeti buraya taşımam ne kadar doğru bilmiyorum. Yanlış hayat doğru yaşanmaz ya bu ifşa bir günah olursa eğer kelimelerimle birlikte işlenmiş, bu sefer aynı kelimelerim bir tövbe oluverir bana ; girerim yine mahrem dünyama kağıdımla, kalemimle, benden içeriye... Amin derim ellerimin sessiz duasına dönerim olmam gereken yere yeniden... Sonuç olarak işte fakirin cümleleri...






Yunus sen az kelam ettin biz çok anladık; biz çok kelam ettik hiç anlaşılamadık. Ne yapmalı şimdi alem bir temaşagah desem ;bu cümleden sonrası kalemi arşa kaldırmak olacak, bu kadar cesaretli değilim. Belkide heybemde bir şey yok arşı anlamlandırıcak, bu yüzden adına cesaretsizlik diyorum. Riya borcu olamasın fakir cümlelerimin. Kalemi hareket ettirene hamd olsun, kalemi yürüten Rabbim ,yazılan her kelimeyi anlamla taçlandırsın.Bu yazılanların ve yazılmasına hüküm buyrulanların yazgısı latif olsun. Öyle ya yazınında bir yazgısı var yazdırandan ötürü. Velhasıl-i kelam Halil cibran şöyle diyor: "Ağaçlar yeryüzünün gökkubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kağıda dönüştürürüz." Varlığın sahibinden bir alamet-i farika niyaz ediyorum kelimelerim için. Boşluk katibi olmak değil istedeğim, ne şimdi ne de sonra. Kelam dilsiz, kulaksız kalmasın inşallah..


EsseLam...



Ferah-aver