28 Haziran 2009 Pazar

zaman geçerken...


kelimelerin mayasını arıyor...
tutmadı...
sütle yoğurt arasında...
sütten geçeli çok oldu...
tek bir kelimesi yoğurt kıvamında...
araf...
şimdilik bu kadar...


Esselam


Ferah-aver

29 Mayıs 2009 Cuma



Aylardan mayıs canım kestane istedi... Bu durumda mümkün kelimesi ortada salınmaktan utansa da, ben kestane isterken ona sarılmaktan hiç utanmadım...
Mümkünün kollarında kestane tadı var kendisi olmasa da, sıcaklığı var...
Ne zaman üşüyorum desem...
Mümkünüm var...

Ne zaman renkler ulaşılmaz olsa baharda kestane gibi, gökkuşağıyla tüm renkleri bahşedecek bir su damlası ayyuka çıkar ya, işte bu gözün renkleri görebilme sebebi, ağlamayı becerebilişi...İçten gelen bir damlanın bağrını kalpten gelen bir ışık deldiğinde olur her şey...Görünür... Belirir... Rengarenktir...

Ben tüm bunları hissederken bugün, yani özledikten sonra kestaneyi, mümkünle sarılıp, uzun bir yolda yürüdükten sonra, anladım ki yirmi iki yaşımda yirmi iki yaşında anne olan annemin yerinde olmayı istiyorum galiba....Anne olabilmeyi...

Yirmi iki yaşında anne olan arkadaşım bu gece en güzel rüyasını görmüş...
Allah bu rüyadan uzun yıllar uyandırmasın...
Mayıs ayında kestane yemek gibi, rengarenk gökkuşağını içinden doğurmak gibi, gibi kelimesinden önce gelebilecek ve mümkünle sarılmış her şey gibi...
Kollarında uyumadan da görebileceğin bir RÜYA...
RÜYA bebek, ömrün uzun, bahtın güzel olsun...
Allah'ın rahmeti ve bereketi hep üzerine olsun...
Bugün mis kokulu, gökkuşağı renginde bir haber oldun bana...
Hoş geldin...İyi ki geldin...



EsseLam


Ferah-aver

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Başlarken...



Bir kadın gördüm...
Ne o beni gördü, ne de kimse O'nu...
Görüşüm biricikti, sadece benimdi...
Tek bildiğim o kadının yıllar önce aynı yerde bir kadın gördüğü...
O kadın O'nu görmedi ve de hiç kimse görmedi...
Görüşü biricikti, sadece O'nundu...
İkimiz biriciktik bir yokuşta...
Ait olmadığımız ahşap bir evin kapısında...
Birdik...
Çalamadık kapıyı...
Evin perdelerine takıldı gözümüz...
Nedeni vardı bu sessiz iç geçirişin...
O benden önce ayrıldı kapının önünden...
Zaman O'nu benden önce geçti...
O'nu geçen zaman benim için gelecekti...
O gitti...
Ben gittim...
Farklıydi vakti gidişlerimizin...
Ama aynıydı gidişlerimiz...




Giderken götürdükleri ne kadar ağarmış. Zaman ondan geçerken aldıklarını şimdi bana gösteriyor...
seni nasıl anlatsam sayfalar yetmiyor...
Senle karşılaştığımız yer nasıl bir yokuş böyle...
Çıkmakla bitmiyor...
Kalemi tüketiyor...
İyi ki geldin...
İyi ki gördük, iyiki gittik senle...
Bir de birbirimizi görsek senle...
O gün tamam bu hikaye...
Eksik şimdi cümleler...
Eksiğinden doğacak bu hikaye...
Başlangıcın eksiği bunlar tüm bunlar...
...
( çok sildim bu cümleyi... Bu da eksik kalmalı galiba... yerine sade bir üç nokta)
EsseLam...
Ferah-aver



13 Mayıs 2009 Çarşamba

...



Yazamamanın garip bir elbisesi var. Hele hele yazdıklarını görüp hiç tanımadığın bir yabancının kalbinden dökülenleri okuyormuş gibi olmanınki hepsinden ayrı. Tek bildiğim bir hayli sıktığı bedenimden öte ruhumu. Kanatları takılıyor bir yerlere kelimelerin. Rüyamda canım acımazdı, yazılanlar uçabilseydi. Kağıtta kaldı cümleler, çeviremedim semaya yüzlerini... bende gemi yaptım kağıtlardan, bıraktım suya tüm yazdıklarımı... kelimlerin ıslak olması da en az uçması kadar heyecanlandırırdı hep beni... zahiren ıslaklar artık, batınını yorumlayacak kadar cesaretli değilim...


Yürümeye devam ediyorum... yüreği olan yolları adımlıyorum... yoldan heybeme kelam için azık topluyorum... yoldan kendimi topluyorum...biriktirmiyorum bu sefer bir şeyi... birikiyorum...





Zaman geçti... oyuklar derinleşti... taşkınlarım var sanırdım... anladım ki kabım darmış...şimdi oyuklarım var, taşkınlara gebe... zaman gerekli taşmak için, dolmak gerekli, hikmet gerekli...


beklemeli...


birikmeli...


kelamla doğmalı... kelamla doğmalı ki, her taşkın kelamı kirletene afet, kelama yol arayana nimet olsun...





"Hikmetleri, dosdoğru yolun ahadiyeti ile ilk makamdan kelimelerin kalpleri üzerine indiren Allaha hamdolsun. "*





Kelimlerin kalbindeki hikemeti hazinesine katanlara selam olsun... selametle...





EsseLam





Ferah-aver

...



*Füsus







27 Nisan 2009 Pazartesi

Bİr Elim Nisan Diğeri Eylül



Ana uygun şarkı bulunamıyor ya bazen an işte öyle bir an… sessizliği anın gediğine oturtup devam ediyorum…
Nisan mevsimi bitmek üzere, mevsimler ne kadar kısa aylar ne kadar uzun ve eylül mevsimine daha ne kadar uzun aylar ya da başkalarının mevsimleri var… şimdi eylüle özlemi… eylül için birikiyor… nisandan deriyor eylüle… iki yalnızlık arası yalnızlık onun ki, yan yana ama bambaşka yalnızlıkları… bir eli nisanla diğer eli eylülle tutuşmuş, aklı bir çağ göstergesinin tam 0 noktası… yeşertiyor, solduruyor.. ikisine de adil duruyor… birbiriyle toplayınca avuçlarındakini, aklında miladını yazıyor her seferinde…bu yüzden kalbiyle yaşıyor, kalbiyle yapıyor… eylül yanıyla nisan yanını avuçlarında harmanlayıp kalbindeki süveydayı boyuyor...

Düşük enstantane bir fotoğraf karesinde her anı tekrar tekrar yaşarcasına, en sevdiği şarkıyı duymak, en sevdiği renkle boyanmak istiyor…rüzgara saçlarından başka hiçbir şeyini vermemek hep ona karşı dik başlı yürümek…bazen içinden geçmek bazen içinden geçirmek istiyor rüzgarı… hangisi büyüklüktür diye hiç düşünmemek… biri nisan rüzgarıdır biri eylül nede olsa demek… eylülle nisanın elinden tutmak, yalnızlıklarını aynı renge boyayıp, yalnızlıklarının birlikte olmasını sağlamak tek derdi…

Süveydası artık esved değil şimdi… nisan mevsiminin yanakları kızardı, çileklerin en lezzetli zamanı, nisanın heyecanıydı…eylülde çilek kokusu duymak, O'nun için yaşıyor olmak bu olmalıydı…



Sessizliği usulca kucağıma aldım, uyuya kalmış anın gediğinde… şarkı başladı…sessizliğimi uyandırmaz “uçurtmalar”... bana ses olur, nisana ninni, eylüle çilek kokulu bir rüya…

EsseLam
Ferah-aver

23 Nisan 2009 Perşembe

Fener Yanmadan Önce Feneri Yakmak

Denizin dibinde denizden nasiplenemeyen, gündüzün ortasında ışıkta görünemeyen… Sana varsam, tam dibinde ki karanlıktan, suda ki aydınlığını görsem… Nesin sen yüzen bir gemi için? Kımıldayan bir ışık mı ya da karanlık bir kara parçasına ad olmaya mahkum olan mı? Yüzemeyen, üstelik yalnız… Beklediğin değil miydi seni görünce yaklaşmaması gerektiğini anlayıp uzaklaşan o gemi…Bağrında ki ışığı döndürsen de ufuk boyansa da aydınlığınla, gemiler karanlığa yüzer, bilemedin…Gemilerin aydınlığı onu yakmaktan geçer desem sana yakamazsın… Gündüz sana geceyi, geceleri gemilerin gidişini unutturur… Gündüz seni bile unutturur… Görünmez olursun ummanda… Görmez olur gemiler seni… ışıkta senden önce üzerine bulunduğun o kara parçası bellidir hep, yoktur ki bir gemi için sana gerek… Ben ne kadar unutabilirim, unutuşunu, unutuluşunu… Söylesene her gün ölüp tekrar dirilen deniz feneri seni mi yakmalı şimdi? Küllerinden kaçmaz beklediğin o gemi… Bilmedin hiç denizlerin feneri, küllerinle aydınlanıyor şimdi denizlerin görünen en son çizgisi… Ufkun senin gibi ışığı yoktu, fark edemedin onu… Ben yaktım, sen yandın, gemi battı, ufuk ağladı… İnsanlık olanı biteni hiç anla(ya)madı…ufkun gözyaşlarını, katrelerin mutluluğu sandı…


EsseLam

Ferah-aver

20 Nisan 2009 Pazartesi

Kırık Vals




Kulağımda kırık bir valsi anlatmaya çalışan o şarkı, kelimeler benden geçerken şarkı eski filmlerin hala o bahçede siyah beyaz ağladığını, ağlayarak anlatır gibi... Eski filmleri o bahçede izlemeye can atan birine, kırık bir valse bu kadar özenmemelisin der gibi... Hatta her yazı yazılmamalı yazıldıysa da yazıcısından başkası okumamalı sözü senin daha yeni verdiğin bir söz değil miydi kendine? der gibi...Bir akitse bu benim ruhumla aramda şu an akde vefam kalmadı doğru. Hüsn-ü niyet ne kadar kurtarır ruhuma mahcubiyetimi bilemiyorum. İçimden gelene git demedim hiç ,içime gelmeyi bilene de...Ve sen şu an içimde dans ediyorsun dedim şarkıya...Hem merak etme anlamaz bu yazılanları filmlerin siyah beyaz ağladığı o bahçeye giden yolu bilmeyenler... Yolu tarif etmeyeceğime yolun sonunda gördüklerimden bahsediceğime göre dedim... Anlaştık bu gözü yaşlı şarkıyla, birbirimizin kavalyesi olmak için...

Ben onu söyledim , o beni söyledi...O bahçeyi yeniden bulduk... Hükmü geçmiş önceden okunması gereken bir mektup gibiydi beyaz perdede bulmak istediklerimiz... Vakit akşamdı, o bahçedeydim... Eteklerim bir gülün dikenine takıldı...Dikeni incitmemek için eteğimi yırttım...Vakit akşamdı...Karşımda bir beyaz perde, vazgeç izlemekten izlenilen ol... Göz bir tek kendini görmezmiş ya beyazıma dal görmeyeyim seni göstereyim bu bahçede der gibiydi... Yansıttıkları için o kadar renkliydim ki siyaz beyaz olamam sana dedim ...Vaktim akşamdı, vakti akşamdı biliyordum ama onun akşamı benim akşamım değildi... Valsim kırıldı bir lirik dans olduk bu şarkıyla; izletmekten yorulmuş beyaz bir patiskaya...Akşamıma gel dedim o bahçenin beyaz perdesine, izletme izle bu sefer dedim...Beyaz bir perde, yazın o tatlı meltemi , eteğimi yırtan diken, onun mahcup henüz açmamış gülü,ayaklarını yeniden yere basmayı hayal eden tersi dönük sandalyeler... İşte kırık bir valsin izleyenleri o bahçede.. Gülleri uyandırmadan, ılık melteme hoyrat davranmadan, şarkıyla tek beden ama hiç dokunmadan, anlattık her şeyi... Perdeye yansımadan bir film olduk... İkimiz de perdede olamazdık zira hem kırık bir valstik hem de siyah beyaz değildik...Vakit akşamdı... Bu sefer tüm mevcudat için aynı akşamdı...Perdede siyah beyaz bir film olamadık ama göz yaşlarımız siyah beyazdı o bahçede...Hala o bahçede, hep yek...




EsseLam




ferah-aver

23 Mart 2009 Pazartesi

bugün bir kağıtta dünü bulmak...




Takvimlerden yaprakları yırtıp, mevsimlerin adını değiştirdikçe; yaprağını dökmeyen ağaçlar gibi olmalı nefes almak...
Aldığın nefesi verdikçe, yaşadıkça, yağmura da güneşe de mesken olabildikçe dallarınla...
17/10/08

27 Ocak 2009 Salı

Bİz... Birde Küçük Ellerimiz....



Zaman geçer, yazılar bir okuyanı vardır diye sıralanır... Umuttur bu devamlılığın müeyyidesi... Bir dua olsun istersin her yaptığın...Her seferinden dinlendiğinden emin olduğun bir dua...Elinin yüzüne değdiği o anki vuslat... Vuslat anında, artık ellerin toprak...Topraktan ellerin kurak...Karışınca, toprak ellerinle ıslak gözlerindeki yaşlar, akınca avuçlarına , tam el ayanın ortasında ruh halk edilişinin temaşasında...Ruh çamur kıvamında ... Sanki o an yolculuğun en başında, hakikatin kollarında... Ellerinin yüzünü mesh ettiği an, bir teyemmüm temizliği ruhunda...






Bir okuyanı olsun diye yazılır anlar... Bir hatırlayanı olsun ister tarih. Oysa ne kadar seslidir ne kadar tekrarlı aynı zamanda. Bir anlamı olsun ister kendine hiç bir zaman anlam entarisi bulamayan dil bilgisi kitabı mahkumu "şimdiki zaman". An hissedilmek ister. Ne önce, ne de sonra...Oysa şimdi hep anlatılandır miş'li geçmiş zamanla... Bugün geçmiş zaman kipinde hikaye olmaya bırakılan şimdiki zamanlar için yazıyorum. Hikayesi bile anımsanmayan o gözü yaşlı anlar için. Unutmamak için unutturmamak için. Dinlendiğimden emin olmak için yazıyorum. Dinleyeni olduğundan emin olduğum dualar gibi olsun istiyorum anım. Ellerimde ki çamur gibi şerefli olsun dimağım... Yüzüm ateşten ırak... Bir de utancım olsun izlediğim şimdiki zamanın akıbetine... Aynı anı yaşadığım insanlığın haline... Şimdi, şu an, bu dem her ne varsa zamanı anlamlandıracak o kelimenin gölgesinde , ben bu yazıyı yazarken, benden ırak sandığım bir beden son nefesini verirken, ben şimdi ki zamandan bile daha anlamsızken, bu yazı nereye gider...






Yarın.... Evet bu sefer bir gelecek zaman tuzağı o kelimede hangi sabaha uyanacağım? Uyandığımda kaç kişi olacağız ellerinde varlığını bulup yüzünde onu anlamdırma çabasında olan? Beceremesekte bunun farkında olan? Sabahlar bize daha ne kadar uzak olacak? Geçmişin kirli elbiseleri yarının sandığında...Bizler sandık lekesi entarinin kollarında... Anın elini kolunu bağlayan , onu geçmez, yaşanmaz kılan bizler... Riya kisvesiyle giyinenler... İzlemek aynı kalsın, çözelim artık ipleri an nefes alsın ,yaşasın... Geçmişe tövbe bulalım, geleceğe temiz entari... İzlemek aynı kalsın diyorum yeniden... İzleyelim el ayalarımızda semadan bize bahşedileni... Yaradılışımızdaki o gerçeği... Aynadan yansıyan bu umursamazlığa ellerimizle bir teyemmüm gerekli... Bir vuslat gerekli bizlere, bizden ırak düşen en kıymetli parçamızla... Kalbimizle...Yine yeni başlangışlar için...






Bana bu yazıyı yazma gücü veren Filistin'li küçük kız seni seviyorum. Beni hissettiğini bliyorum senin sözlerin ve gözlerindeki ışık bana nasıl bir meltem olduysa, benim sana hissettiklerim şimdi şu an bir demet mutluluk olsun kalbine. Ufak bir tebessüm olsun yüzünde senin o doğuştan teyemmümlü, tertemiz yüzünde... Topraktan geldiğini hiç unutmamış ellerinde... Bana topraktan geldiğimi hatırlatan gözlerinde bir tebessüm olsun.... Seni hiç unutmayacağım... Bir rüya görelim şimdi bende uyuyayım bu yazıdan sonra, kızım diyeyim sana sarılayım bir kere, ne kadar derman olurum yarana, ne kadar anı anlamlı kılar kollarım sana bilemem... Dedim ya rüya bu, lamekan, lazaman... Biz senle rüyalarda buluşalım olur mu? "Şimdi" özgürken, "geçmiş" çoktan geçmiş ve "gelecek" geleceğini söyleyen bir yalancı olmaktan vazgeçmişken....Uyandığımızda yine de yeniden diyelim bir kez daha. Zamansızlık ve mekansızlık düşlerimize emanet... Devam edelim anlamak ve anlamlandırmak için... Kimbilir belki yollarımız kesişir bir Mescid-i Aksa duasında...Hayal ettiğimiz o özgür kudüs yollarında... Bir şimdiki zaman numunesi bu unutma. Gördüğün an sıkı tut sakın bırakma... İnşallah anlarız ve anlamlandırırız o zaman senle... Aldığın her nefes, vardığın her secde miracın olsun küçük kız... Yoktan varedene emanet ol...






EsseLam


Ferah-aver

19 Ocak 2009 Pazartesi

Eşsesli Mübareklik







Mısır sana seslensem hatırlar mısın kendini benden önce?


İsmimden önce ismini, hatırlayıpta çevirirmisin kavruk sadrını yanıbaşındakilere?


Mısır! Utanıyor musun yoksa dilsizliğinden, sessizliğinden, bağrında yaşattığın bedenlerden?


Sen Yusuf'(a.s)a diyar olan mısın?


Yusuf(a.s) karanlık kuyulara atıldığında ne kadar ağlamıştın hatırlıyor musun?


Ya yanı başında bugünlerde kaç yusufun kara kuyularda mahkum bırakıldığını biliyor musun?
Kaçının sonu aydınlık oldu, kaçının mezarı oldu karanlığı?
Mısır bağrında mübarek ayakların dolaştığını hatırlar mısın hala?
Yusuf(a.s) sana bastı diye sen güzelsin.
Yusuf(a.s) yüzünden cümlelerimizde nesnesin.


Yusuf(a.s) bitmediği için sen bizde tükenmezsin...


Kudüs tüm yitiklere dua...
Senin içinde bir duası vardır elbet bizimkini aciz bıracak...


Senin ellerinin kıblesi neresi Mısır?
Mescid-i Aksa sensiz...


Affın ağlama duvarında kara leke...


Ellerin nerede?


Sen kimsin söylesene?
Musa(a.s) sende doğmuş ,nübüvvetle yeniden doğurulmuş...


Mısır! Bir asanın en çok ne olabileceğini en iyi bilen değil misin sen?


Sen kızıl denizin kalbinin yarılışına, firavunun kalbinin ölüşüne şahid olan mısın?


Kızıl denizi öfkelendireni unutma!


Bir asanın toprağına indiğinde neler olabileceğini de unutma!


Ve asanın asıl sahibinin Nil'i bağrından akıtışınıda...
Unutma şirkle, küfürle kirlenmiş toraklarına Yaratan'ın Nil'le gusül aldırışını...


Nil hala akıyor Mısır...


Tövbe et kapattığın tüm kapılar, söylediğin tüm yalanlar, kayıtsız kaldığın tüm yusuflar için...
Zamanın kısa bunu bil...
Sen kuyuları hep dışarıdan izleyen, şunu unutma:


İzlemek baki olur , dışarısı mazi sana... İçeriden izlersin, dışarısı gözükmez...
Mısır! içeriden izlemek, dışarısı gibi uzun sürmez...


Sonra sen ölürsün, zaman ölmez. O seni anlatır kuyuları izleyen tüm coğrafyalara...


Sende bitersin, bizde biteriz...


Mısır! Hatırla artık bağrına basan mübarek ayakları!


Unuttur tarihe soyadı mübarek olanları!


EsseLam
Fetah-aver

3 Ocak 2009 Cumartesi

Ben Flistin'im

Mostar Köprüsü'nde Yürüyen Gazze'ye Rastladım







Nerden başlamalıyım bilmiyorum… Bildiğim tek şey sözlerim bittiğinde bu aciz bilmeyişimin devam ediyor olması olacak…

Ben Gazze’li çocuk. Üzerime doğru silahla yürüyen bir asker hayal et dünya birde benim çocuk olduğumu unutma! Bugünlerde bilmiyorum, bilemiyorum bir türlü. Hiç bir şeye benzemiyor hissettiklerim. Yırtık bir uçurtmayı havalarda görme hayalim ya da bu dar Gazze sokaklarında patlak bir topla oynadığım oyunlarıma aradığım çözüm yolları bundan daha sadeydi, anlıyordum ve anlamlandırabiliyordum. Dünya, bilirisin benim adım bir sıfat tamlaması. Gazze’li çocuğum ben. Beni bir tamlama yapan şehrimin adı Gazze’deyim. Ve burada tamamlandım... Noktam konuldu topraklarımda. Ben Gazze’li çocuk; dünden farklı olarak bugün bilmiyorum ve bilmeyişimi kimse bilmiyor… Ve soruyorum sana dünya: Alnıma doğru uzatılmış namluya parmağımı tıkasam, Gazze ağlamayı durdurur mu?


Ben Gazze, beni dilsiz sandın değil mi dünya ve kör aynı zamanda. Sen dönersin, içindekiler döner, anlamlar döner. Atlaslarda sahibim var gibi durur dedem dünya, babam Orta Doğu… Anne öksüzlüğü benimkisi yeri dolmuyor. Olanlardan fayda gelmiyor. Yanı başımda celladım var kimse beni korumuyor . Terk edildim, yalnız bırakıldım. Suçsuzdum suçlar bana yıkıldı. Sahiplenilmedim, belki de sahiplendirilmedim kim bilir. Adımın sonuna birde şerit eklediler. Bu şeridi boynuma doladılar ve nefessizim şimdi ama ölmedim hala. Üzerimde yaşayan bedenler aldıkları nefesi “Hu” diye veriyorlar. Bana nefes oluyorlar. Boynumdaki ipler gevşiyor. Bu yeni bir başlangıç mı yoksa gerçeğe doğru bir geçiş mi bilmiyorum. Ben Gazze; topraklarımda küçük bir çocuk gördüm. Alnına doğru uzatılmış namluya parmağını tıkadı. Parmağının ucunda yanlışlar vardı… Hüzünler vardı… Uyuyacağını biliyordu… Bildiği bir şey daha vardı. Uyandığında tekrar benim topraklarımda uçurtması gökyüzünde olacaktı… Topu sapasağlam kollarında… Benim sokaklarımda rüzgarla koşacaktı… Ben Gazze; benim çocuğum şehadet ile giyinirken, ne kadar güçsüz olduğumu anladım…Küçük bir çocuğun ne kadar büyük olduğunu aynı zamanda…Toplar yağıyor çorak topraklarıma, köprülerim yıkılıyor. Bosna’nın sesi geliyor kulağıma. Sokaklarımdan içime işliyor… Ben Gazze. Bosna’nın başına gelenler bana uğramaz sanmıştım… Şimdi içimde kaç Mostar yıkılıyor…

Ben Bosna. Tam alnımın ortasına bir yazı yazıldı: “Don’t forget ‘93”. Ağlayan taşıma kazıdılar bu yazıyı. Yazdıkları günü unuttular. Taşım unutmadı hiçbir şeyi. O hep ağladı. Benimde çocuklarım oldu namluya elini dayayan, benim için benliğinden vazgeçen yürekli çocuklarım. Çoğuna yürekli olabilecek kadar bile vakit vermediler. İki nefes arası sırlandı üzerimde ki bedenler… Ben Bosna’yım… neler gördüm kaç bin bedene mezar oldum…”Evlad-ı Fatihan” yadigarı Mostar’ım yıkıldı nehrim kana bulandı… Feryadı okyanusları aştı…Duyuramadım sesimi… Üstelik sesimi kesenler aklandı adaleti dağıtan organlar tarafından… Ben hiçbir şeyi unutmadım. Hala kanıyorum. Mostar’ım kanıyor. Çimento sıvasıyla izlerimiz kapanmadı. Ben Bosna batıdan ağlıyorum Orta doğuya… Bilirim namahrem ellerin topraklarda izler bırakmasının ne demek olduğunu… Şimdi Gazze’nin sadrına geçirilmiş tırnakların yol açtığı yaralar için ağlıyorum… Hiç bir şeyi unutmadım. En çokta ağlayan taşımdaki unutma yazısını unutanları… Bitti sanmıştım ama ne Radovan Karadzic’ler bitmiş ne Ratko Mladiç’ler ne de ölüm makinesi askerler. Anladım ki tek biten Fatih Sultan Mehmet’lermiş…

“Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya ilân ediyorum ki; kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum:

Hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. Devletimdeki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler.
Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan, ne de ülkemin vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir.Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse onlar da aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanını ilân ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın elçisi aziz peygamberimiz Muhammed ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki; Emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır.”*



Ben tüm bu olanların çaresiz tanığı, yazıcı. Bosna olmak, Gazze olmak… Gazze’de kocaman yürekli bir çocuk olmaya çalışmaktı bunca sözün amacı. Ne kadar olunabilirse o kadar oldum. İşte bu yüzden yazının başındaki gibi acizim. Ben ağlamasam kelimeler ağlıyor, akıyorlar beyaz sayfalardan aşağılara. Bu kadar tutabildim kelimeleri avuçlarımda. Kelimelerin sultanına bıraktım sözü Bosna’nın, Konstantiniyye’nin, cihanın sultanına… Fatih Sultan Mehmet Han’a... Hakkını helal etsin diye. O’nun boynunda Nebi-i Zişan’ın(s.a.v) hadisi, elinde yüzyirmidörtbin peygamberin kılıcı, dilinde Lafzatullah var. Bosna ağladı sustuk, Gazze ağladı susuyoruz. Yüzümüz batıya dönükmüş ya galiba olanları uzun metrajlı film zannediyoruz. Fatih’in Bosna için verdiği fermanı yorumlamıyorum. Haddime düşmediği için. Tek bildiğim bu ferman, okuyanın içinde dürülüyor. Bu anlayış bu naiflik, ruhuna işliyor insanın. Ve her zaman ki özlem daha da körükleniyor.

Ben olanı biteni anlatma savaşında olana bitene yenik düşen yazıcı. Olan biten dile gelir sandım. Mostar köprüsünde yürüyen Gazze’ye rastladım…


EsseLam...
Ferah-aver


*28 Mayıs 1463 Milodraz Dünya Fatihi, Haşmetli Ve Ulu Sultan'ın İmzalı Ve Parlayan Mühürlü Fermanıdır