17 Aralık 2008 Çarşamba

Süleymaniye'nin Seyir Kapısı: Ağa Kapısı







Gökyüzünün merhametli olduğu bir Dersaadet günüydü. Yağmur inceden çisil çisil yağıyordu. İstanbul hala yağmur elbisesini giyebilecek kadar zarif, hala ruh-i gusül gününün heyecanıyla yaşlı ama dimdik, yıllara inat…




Güzel bir vapur yolculuğu… Martılar; duygusal müebbetlerimde vefakar yoldaşlarım. Gözlerimle onların kanatları arasındaki keşfedilmemiş bir dil… Beyaz kanatların sırrını daha fazla ifşa etmeden yolculuğuma kaldığım yerden devam etmeliyim galiba zira ne onların dili dile gelir ne de o dilden mahrum olacak ben bir daha ben olur. Eminönü’nde buldum kendimi. Yeni Cami’nin kollarını açışı her zamanki misafirperverliği… Ne kadar farkındayız acaba? Güvercinler kadar olmadığımız kesin. Yeni caminin eteklerinde uçmayı büyük bir mirasın bekçiliğine ve ona yakın olmaya tercih eden güvercinler… Temaşaya davet ediyorum efendim inanmayanları. Kafamı sola çevirip, göklere en yakın kubbeye bakıyorum. Heybetli Süleymaniye. Yaralarını sarıyorlar Süleymaniye’nin bu günlerde. 2010 yılında İstanbul’un kültür başkenti olacak olması hasebiyle bu hummalı çalışma. Beni o yüceliğe yaklaştıracak bir Fatih otobüsüne biniyorum. Fatih su kemerine yakın bir yerde iniyorum. Her indiğimde aynı hayalle baş başa kalıyorum. Sukemeri’nin üzerinden İstanbul’u izlemek. Su gibi aziz olunur her halde bu seyir ertesindeJ Benim bu hayalimi gerçekleştiren Fatih’in yürekli çocuklarına teşekkür ediyorum. Onları orda görünce mutlu oluyorum. Soldan bir sokaktan sızıyorum Süleymaniye’nin damarlarına… Tatlı bir yokuş… Adım attıkça tarihin sırtıma yükledikleriyle nefesimi kesen bir yokuş. Sağımda Zembilli Ali Efendi… Yürüdükçe çoğalıyor insan bu sokaklarda. Bir bakmışsın sol yanında Molla Hüsrev. Bu kalabalık yürüyüşün ardından kendimi gizemli bir kapının eşiğimde buluyorum. Ağa kapısı… Buyuralım bakalım hep birlikte…


Ağa kapısına vardığınızda burada böyle bir mekan olduğuna inanamıyorsunuz. Hatta sizi getiren arkadaşınıza şaşkın bir ifadeyle bakışınız tabiatıyla normal karşılanabilir. Mekan bulunduğu yere münhasır diyebiliriz. Tasavvufun edeplerini sergiler gibi. Dışarıdan baktığınızda çokta bakımlı olmayan bir sokak. Mekanın dışı benzerlerine nazaran şatafatlı olmayan sade bir görünüme sahip. Kapıyı aralıyorsunuz( ağar bir kapıdır:))ve güzel nargile kokuları eşliğinde ilerledikçe ahşap bir dekorun ardından, karşınıza çıkan nostaljik bir İstanbul manzarası… Bir şiir tadında İstanbul ayaklarınızın altındadır gerçekten. Seyr-u süluk yolunda yürüyen zevat gibi; dıştan virane gibi gözüküp içinde sultanların, padişahların sahip olamadığı sarayların sahibi olan zatlar gibi… Dışına bakıp da tercih etmeyenleri yada fark edemeyenleri; içindeki cennet numunesi manzaradan mahrum bırakan bir mekan…




Buranın sıcak ve misafirperver sahibesiyle yaptığımız o güzel hasbıhal esnasında, bendeniz askında buranın bilinmesini çokta istemiyorum diye bir cümle kurunca bakın karşılaştığım tepki nasıl oldu:


Hanım efendi:” sizlerde böyle bir hastalık olduğunu düşünüyorum. Özellikle ilk kurulduğumuz yıl buraya gelen kitle hep aynı, sürekli geliyorlar ama yeni kimseye rastlamıyorduk. Daha sonra öğrendik ki gelen arkadaşların hepsi kendi arasında anlaşmış burayı kimseye haber vermemek için. Tabii ki sitem ettik. Çok şükür işte buradayız. Bu tutumu kırdıktan sonra ikinci katı açtık”
Ben savunmamı yaptım tabii. Güzelliklerin kıymetinin bilinmediğinin, yanlış nazarın bu güzellikleri kirleteceğini düşündüğümü söyledim. Bunun üzerine tatlı bir tebessümle karşılaştım. Korkmamam gerektiğini söyleyerek karşılık verdi. Gülümsemesinde buranın bulunduğu yer ve tasavvurunun kuvvetli bir kalkan olduğu saklıydı. Bu garip bir güven, içimi rahatlatan bir güven. Buraya yazdığımı duyunca,bu konuşmaları yazabileceğimi önerince, bende bundan zevk alacağımı belittim. Ve başladık bir kuruluş hikayesine…
Buranın ilk açılış nedenlerinden birinin; hazırlanması oldukça güç olan Osmanlı Şurubu gibi bir çok tarihi şifalı şurubun ve bitki çaylarının insanlarla buluşmasını sağlamak olduğunu söyledi. İnsanların içecek konusunda çok radikal değişiklikler yapamadığını bir türlü çaydan ve kahveden vazgeçemediklerini söyledi. Bu cümleden kendime pay çıkartmadım değil. Bu konuda ben de muhafazakarım galiba diyip kafamı öne eğerek muhabbete devam ettik. Şuruplar ve bazı şifali bitki çayları hakkında bilgi paylaşımında bulundu. İşte şurupların ve çayların içerikleri:

OSMANLI ŞURUBU: (soğuk içilir) Tarçın, karanfil,defne,kişniş,m. Eriği,kuşburnu,siyah üzüm, beyaz üzüm,kayısı. Osmanlı şurubu vücut direncini arttırır, enerji verir.

TIBBİ NEBEVİ:sinameki, misvak, çörek otu, kekik. Tıbbi nebevi öksürüğü rahatlatıcı,antiseptik özelliklere sahip. Ayrıca çörek otu ölümden başka bir çok hastalığa şifadır( hadis-i şerif)

ABI HAYAT: meyan kökü, incir, kayısı,hünnap. Abı hayat mide hastalıklarında rahatlatıcı ve temizleyicidir.

NEDİMİ: sudan çayı, karanfil. Nedimi gaz süktürür, rahatlatır. Anjin ve öksürüğe iyi gelir.

MEVLANA: biberiye, nane, tarçın. Mevlana gribe ve mide bulantılarına iyi gelir. Hazmı kolaylaştırır. Kalbi ferahlatır.

ŞİRİPTİNE: Yasemin, kakule. Şiriptine romatizmaya iyi gelir bağırsakları rahatlatır.



Bu bilgileri kısaca aldıktan sonra daha bir çok bitki çayının bulunduğunu ve hepsinin denenmeye değer olduğunu ekliyor kendileri. Bu çayların ve şurupların tamamen doğal olduğunun ve hiçbir katkı maddesi bulundurmadığının altını çizdi. Osmanlı Şurubunu en fazla 3 güne yakın bozulmadan muhafaza edebildiklerini bu işin bir hayli zor olduğunu ekledi. Özellikle dozajları ayarlamanın çok ince bir iş olduğunu da ekleyerek küçük faklılıkların önemli yanlışlıklara sebep olabileceğini söyledi. Bu ince hesapların ve işlerinde gösterdikleri hassasiyetin karşısında şaşkın ifademi gizleyemedim. Bu hizmetin muhatabı olarak şükranlarımı sundum.




Saat baya ilerlemişti. İstanbul geceleyin içinde barınan tüm bayanlardan daha güzel, siyahı en asil böyle taşınabilirdi . Ve ışıklar İstanbul’un eşsiz mücevherleri. Süleymaniye’den bir başka… Gündüzü gibi gecesi de bir başka… Hayran bakışlarımı gören sahibemiz bir ramazanda geceyi uzun uzun paylaşmayı ümit ettiğini söyledi, Şehr-i ramazanda buralar daha da başka olur dedi. Bendeniz de Şehr-i ramazanda burada olmanın bugün kurduğum en güzel hayallerden biri olduğunu söyledim. İnşallah nasip olur diyerek muhabbeti nihayetine erdirdik.






Bir yazı sözümü yerine getirmiş oldum. Keşke daha fazlasını yapabilseydim, elimden bu kadarı geldi. Bendeniz hem kusursuz hizmet hem de sıcak muhabbet için Ağa Kapısı’nın çalışanlarına teşekkür ediyorum. İyiki varsınız diyorum. Sizin Süleymaniye’yle kanınız aynı. Siz Süleymaniye’yi Süleymaniye sizi ayakta tutuyor. Duruşunuz baki olsun.








Süleymaniye’yi arkama almaya razı olamadım yan yana gidelim dedim. Eve dönüşümü laleliden yaptım bu yüzden. Yağmur usul usul yağıyordu her şey başladığı yere dönüyor ya benimkiside öyle işte. Kafamda üstadın mısraları yürüyor ben adım attıkça ve ıslanmayı göze alabildikçe…




Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince


Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur.




Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,




Aynalar yüzümü tanımaz olur.




NFK

EsseLam...


Ferah-aver

14 Aralık 2008 Pazar

Agah Ol Erenler! Agah Ol İstanbul!





Bu yazının ortaya çıkma sebebi, belki de uyanıkken bile, bazı şeylere uyur vaziyette bakan bendenizin uyanış özlemidir. Bir ses bekliyor ruh geceli, gündüzlü süren bu gaflet uykusuna cevap olarak: “Agah ol erenler!” Evet agah olmak için; bu arzuyu benle paylaşanlar için sıralandı kelimeler bugün.


Agah kelimesi Farsça bir kelime olup; vakıf, mutteli, muteyakkız,arif, aşina, dikkatli,haberdar, uyanık anlamlarını taşımaktadır. Aynı zamanda bu kelimeye tasavvuf literatüründe; halden anlayan, doğru yolu gösteren, maddi ve manevi olarak darda kalanların imdadına yetişen bilgin ve olgun, Hak adamı, hoşgörülü ve kalp gözü açık veli gibi anlamlar da yüklenmiştir. Biz tasavvufta agah etmek derken, uyandırmak anlamını kast etmiş oluyoruz.


Kelimenin anlamından yola çıkarak, Mevlevi tarikatında “agah ol erenler” deyiminin inceliğine sizleri davet ediyorum.. Tekkede içerisinde , mutfakta görev yapan içmeydacı, sabah ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol dedem" diyerek uyandırırdı. Bu uyandırma gece teheccüd namazı için olurdu. Bu uyandırma işi bir başka uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demekti. Buradan da Mevlevilikte uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmanın tarikat edeplerinden biri olduğunu anlıyoruz. Mevzunun deruni kısmını olgun dervişe “agah can” denilmesi açıklıyor. Uyandırmada ki edep bir yana agah olmanın, bir nevi imanca olmak anlamına geldiğini görüyoruz. İnsanı mukaddes kılacak o sürekli uyanıklık ve Yaratanla birlikte olma hali…Birini teskin veya dikkatini bir noktaya çekmek için “agah ol ya hu” denilmesi de, yine gaflet kaplarını örten bir el oluveriyor tasavvuf denizinde. Kendine gel ,dikkatli ve uyanık ol diyor muhatabına.Bu yüzden büyüklerimiz kalbin uyanıklığının önemini; “Hakkın tecellisi nagah gelir,ama dil-i agaha gelir” diyerek uyanıklık halinin kamil imana kavuşmak yolunda en önemli merhalelerden biri olduğunu gözler önüne seriyorlar. Bu yolda ilerlemiş kamil, arif, vasıl ve aşık mürşitlere de pir-i dil-agah denilir. İşte bu noktadan sonra agahlık hasıl olursa zikrin gayesi de hasıl olur. Yani zikrin özü ve ruhu, gönlün hak’tan agah olmasıdır.




Niyetim başkaydı bu yazıya başlarken, kalp işte yine inkılap etti. Haddime düşmeyen bir konuyu ele aldım belki. İşin ehillerinden özür dileyerek bitirmek istiyorum. Çok titiz davranmaya çalıştım, ama yine de olur ya kusur ettiysem af ola. Güzel bir Süleymaniye günü… Birde agah olmaya muhtaç İstanbullu…. Her ikisini de fotoğrafladı gözlerim bugün. İstanbul içinde barındırdığı tüm ruhlara “agah ol!” diye nida ediyordu. Hem içinde bulunduğun şehrin gerçeğine uyan hem de içindeki gerçeğe uyan diye...


Süleymaniye’yi duydum bugün ikindi vakti; yorgun kubbesinden “agah ol…agah ol!” diyordu. Süleymaniye’yi gördüm bugün akşamdan sonra ölüm rabıtası yapıyordu… Yüce Yaratan agah kullar zümresine ümmeti ilhak eylesin…Son sözü de Yahya Kemal söylesin:


Bu şek bağrımda her gün gah u bigah
Dolaştım “Hu” deyip dergah dergah
Ümid ettim ki pir-i dil-agah
Desin: “Destur” mihrab-ı hafadan


EsseLam…


Ferah-aver

12 Aralık 2008 Cuma

Bİr Osmanlı İnceliği: Kuş Evleri



Bu yazıda, sadece Osmanlı Kültürü'nde bulunan Kuş evlerinden bahsetmek istiyorum. Serçe saraylar, tarihi bina ve mimari eserlerde yer alırken, günümüze gelen ince bir zevkin göstergesi olarak yapıları süslüyor. Ecdadın kuşlara yüklediği manevi anlamlar ve verilen değerin göstergesi olan bu kuş köşkleri, Osmanlı Medeniyeti'nin incelikler medeniyeti olarak adlandırılmasının haklı göstergesidir.




Kuşlar İslam Medeniyeti'nde de hak ettiği güzel sıfatlarla anılmıştır. Cennet kuşu, melek gibi kelimelerle uçmuştur bu zamana kadar. Onlar kimi zaman tefekkür sahasında güzellikleri ve zarafetleriyle Allah’ın halk etmedeki o muhteşem sanatının göstergesi oldular. Özgürlüğünü kanatlarda arayanlara, uçmanın gerçeğini gösterdiler. Çocuklara ya da masallara inatla inananlara Zümrüdüanka oldular. Küçücük ayaklarıyla anlamı kendilerinden ağır sözleri taşıdılar, uzakları kanatlarıyla yakın ettiler. Kuşlar… Evet onlar sahip oldukları temizliğin hikmetiyle insanoğlunun, medeniyetlerin, dinlerin dolayısı ile Osmanlı'nın kalbinde saraylara ve köşklere sahip oldular. Seslerine ötmek dedik dilde, şakımak dedik… Vardır ötesi elbet. Onu bilmek Süleyman(a.s) olmak ister ya da kuşla birlikte uçmak ister bedeninden ötelere… Kuşlarla uçabilen kamil imanlara selam olsun…

Mezar taşlarının başına suluklar yaptık. Rivayete göre o sudan kuşlar rızıklandıkça sırlanan ruhun günahları dökülürmüş. Bu kuş evleri daha çok camilerin ve evlerin kıble tarafına yapılırmış. Sabah ezanı vakti olduğunda kuşların hareketlenme esnasında çıkardığı seslerle ev ahalisi uykularından uyanır namaza kalkarlarmış. Kuşların sabah ki hallerini bilen vardır belki aranızda. Sesleri bir başka, duruşları bir başka olur. Ya da bir sabah namazını camide kılanınız olduysa Ezan-ı Muhammediye okunurken onların makamla dansı içlerindeki letafetin ayyuka çıktığı an… Hepsinin aynı anda aynı nidayı arşa salması, ta ki güneş doğana kadar semavatın, hayvanatın, tüm mahlukatın; arzın ve arşın dansı... Onlar bizlere rahmet elçileri olarak gönderilmiş güzel varlıklar. Yüce Yaratan İslam tarihi'nde bunun tam tersini de hüküm buyurmuştur. Eberehe fillerle Mekke’ye saldırınca o zarafet timsalleri Allah’ın neferleri oldular. Bu sefer mektup değil can alıcı taşlardı taşıdıkları. Kafirlerin sonu oldular, Mekke’nin soluğu oldular…Mekke’ye kurtuluş oldular kanatlarıyla…



Birazda kuş evlerinin tarihinde bir yolculuğa çıkalım:


Kuş saraylarının ve evlerinin tarihini araştırdığımızda çok eskilere dayandığını görürüz. İlk kuş evleri Sivas’taki İzzettin Keykavus Şifahanesi’ndedir. Bunlar 13. yüzyıla ait örneklerdir. 15. yüzyılda klasik Osmanlı mimarisinin etkileriyle sayıları çoğalan kuş malikanelerinin yapımı, 19. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Minyatür saraylar, Osmanlı’nın sevgi ve merhametini sembolize etmenin yanı sıra Türk sanatını şekillendiren sanatkârların ince zevkini, geniş hayal gücünü, ayrıntılara verdiği önemi ve dönemin mimari anlayışını gözler önüne serer.


Çoğunlukla serçe, saka, kırlangıç, güvercin ve leylekler için tasarlanan kuş evleri, önceleri camii, medrese, kütüphane, han, hamam, türbe, köprü, kilise, sinagog ve sarayları süslemiş, ardından evlere de yapılmaya başlanmıştır. Kuş evleri, genellikle tuğla, kiremit, taş, harç, gibi malzemeler kullanılarak yapılmış, zarar görse de zamanımıza varabilmiş; ahşap evlerin minik sarayları ise çıkan yangınlar sonucu yok olmuş, günümüze ulaşamamıştır.


Osmanlı insanları, kurduğu vakıflarla sadece insanları değil, hayvanları bile düşünmüştür. Kuşlar için kurulan vakıflar özel izlenimler sonucunda oluşmuştur. Uçuş rotalarında yaralanıp düşmeleri halinde onların tedavisini yaparak sürüsüne yetiştirmek üzere çalışmalar yapan Göçmen Kuşlar Vakfı, kışın kar ve buzdan yerlerde yiyecek bulamayan kuşların ölmemesi için buz ve kar üzerine yiyecek bırakan Darı Vakfı gibi vakıflardır bunlar… Sultan Ahmed Camii İmareti’nde, sadece insanlar için değil, kuşlar için bile yerler yapılmıştır. İmaret vakfiyesinde, artık yemeklerin kuşlar için yapılmış yerlere dökülmesi yazılı bulunmaktadır.


Osmanlı yönetimi evcil olsun ya da olmasın diğer hayvanlar için de vakıflar, hastaneler kurmuştur. Soğuk kış günlerinde kurtların aç kalmamaları için kar kış demeden ıssız dağ başlarında et dağıtmışlar, kedi hastaneleri açmışlardır. Hatta Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre, Osmanlı halkı İstanbul’da kurulan büyük kuş pazarlarına haftada bir giderek kafesteki kuşları satın alır, bunları orada uçurup özgürlüklerine kavuştururlardı.



İstanbul’un kuş evleri, Bali Paşa, Doğancılar, Şeb Sefa Hatun, Nuruosmaniye, Fatih, Eyüp Sultan Camileri, Bereketzade, Kara Mustafa Paşa, Amcazade Hüseyin Paşa, Seyyid Hasan Paşa, Feyzullah Efendi Medreseleri, Süleyman Halife, Ragıp Paşa, Amcazade Hüseyin Paşa, I. Mahmut, Şah Sultan Sıbyan Mektepleri, Laleli Sebili, Laleli Taşhan, Büyük Vakıf Han, Feyzullah Efendi Kütüphanesi, III. Selim ve III. Mustafa Türbeleri, Balat Köprübaşı Durağı, Küçükpazar Araphan gibi mekanlar da gözümüze çarpar. Kuş evleri bazı yapılara restorasyon ve tamirat çalışmaları sırasında sonradan ilave olmuştur. İstanbul Taksim’de bulunan Taksim Maksemi’nde sonradan eklenmiş bir çift kuş evi örneğine rastlanır. Kuş evlerinin mekanı tabii ki sadece İstanbul değildir… Osmanlı’nın yüz sürdüğü her toprakta bu izlere rastlamak mümkündür. Sayıları çok az da olsa Trakya’dan Doğu Anadolu’ya kadar memleketimizin her köşesinde kuş evlerini görebiliriz. Tokat ve Antakya’da Ulu Camii, Niğde Kığılı Camii, Merzifon Kara Mustafa Paşa Hanı, Amasya Sultan Beyazıt Camii, Nevşehir Damat İbrahim Paşa Kütüphanesi, Doğu Beyazıt İshak Paşa Sarayı Camisi, Hayrabolu Çorumi Mustafa Efendi Camii, Kayseri Şeyh Çeşmesi…




Sonuç olarak kuşlar dedim…Uçmak dedim…O kanatlı özgürlükten bahsettim. Medeniyet inceliklerle dolu bir medeniyet…Okudukça ve araştırdıkça şu an soluduğum nefesi hak ediyor muyum diye düşündüren bir medeniyet. Ecdad hakkını helal et diyorum. Rabbim benim bu duama kanatlar versin Ahsen-i İlahi’de kabulü için.

EsseLam…

Ferah-aver

11 Aralık 2008 Perşembe

Kitap arası




Sıcak ve güneşli bir İstanbul günü... Tabiat, takvimde yazılı aralıkla inatlaşır gibi. Nasıl tabir edilir bilmiyorum ama mevsimin adının kış olduğunu düşünürsek eğer, kış kostümünü değiştirmiş gibi:) umarım sonu hayırlı olur.

Havanın güzelliğini fırsat bilen İstanbul'lu atmış kendini dışarı onlardan biri de bendeniz oluyor. Şehrin en renkli semtlerinden biri Kadiköy'de buldum kendimi bugün.Örgün eğitim(!) binamın bulunduğu yerde düzgün bir kitapevi bulunmaması hasebiyle uzunca bir vaktimi sevdiğim bir kitap evinde kitaplarla birlikte geçirdim. Bu tür mekanların kendine has kitap kokusu var, vucutta bağımlılık oluşruran bir şey olduğu kesin. Uzun bir süre sayfa soluduktan sonra, soluğumu alamadığım sayfaları satın aldım. Çok değerli yazarlarımızdan sayın Nazan Bekiroğlu hocamıza da içime işleyen kelamı için buradan şükranlarımı sunuyorum.

Murat ÇeliK'in çok yakınlarda "Aşkın elif hali" adlı bir kitabı yayımlandı. Bugüne dair üzüntüm bu kitabın Kadiköy' de hiç bir kitap evinde kalmamış olması ya da hiç bulunmayışıydı. Haftaya bulmak ümideyle diyip kendimi umutlandırdıktan sonra bu kitabın arka kapak yazısını paylaşmak istiyorum. Şöyle diyor Murat Çelik :

"aşkın elif hali'nde eliften habersiz kendime ordular biçiminde lal olmuş haller içindeyim.."

Tek satır ama sadrı dağlayan bir cümle olduğu kesin...

Gün böylece sonlandı. Bugünü benle paylaşan kadim arkadaşıma da teşekkür ederim güzel muhabbeti için. Arada iyi geliyor demli çayla hasbihal... Sağolasın...


EsseLam...
Ferah-aver


Esselam...








Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi


Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası


Yunus Emre






Öncelikli olarak tuşlarla ilişkimin çok iyi olmadığını belirtmeliyim. Bu satırları yazarken ellerimin kaleme olan vuslat dualarını işitir gibi oluyorum. Mahrem bir ilişkimiz var kalemim, kağıdım, yüreğim, dimağım..Öncelikli olarak kağıda düşmeyen hiç bir şeyi buraya yazmıyorum, daha da doğrusu yazamıyorum Lihikmetin diyelim...Bu mahremiyeti buraya taşımam ne kadar doğru bilmiyorum. Yanlış hayat doğru yaşanmaz ya bu ifşa bir günah olursa eğer kelimelerimle birlikte işlenmiş, bu sefer aynı kelimelerim bir tövbe oluverir bana ; girerim yine mahrem dünyama kağıdımla, kalemimle, benden içeriye... Amin derim ellerimin sessiz duasına dönerim olmam gereken yere yeniden... Sonuç olarak işte fakirin cümleleri...






Yunus sen az kelam ettin biz çok anladık; biz çok kelam ettik hiç anlaşılamadık. Ne yapmalı şimdi alem bir temaşagah desem ;bu cümleden sonrası kalemi arşa kaldırmak olacak, bu kadar cesaretli değilim. Belkide heybemde bir şey yok arşı anlamlandırıcak, bu yüzden adına cesaretsizlik diyorum. Riya borcu olamasın fakir cümlelerimin. Kalemi hareket ettirene hamd olsun, kalemi yürüten Rabbim ,yazılan her kelimeyi anlamla taçlandırsın.Bu yazılanların ve yazılmasına hüküm buyrulanların yazgısı latif olsun. Öyle ya yazınında bir yazgısı var yazdırandan ötürü. Velhasıl-i kelam Halil cibran şöyle diyor: "Ağaçlar yeryüzünün gökkubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kağıda dönüştürürüz." Varlığın sahibinden bir alamet-i farika niyaz ediyorum kelimelerim için. Boşluk katibi olmak değil istedeğim, ne şimdi ne de sonra. Kelam dilsiz, kulaksız kalmasın inşallah..


EsseLam...



Ferah-aver

10 Aralık 2008 Çarşamba

Niye mi geldim?



Ayne'l-hayat dedim, hayatın aynısı olsun istedim. İçinde anlar olsun istedim. Tüm fotoğraf karelerini birbirine bağlayıp hayatın boynuna asmak amacım, sonra eğdirmek ona başını kalbine doğru ve göstermek ona kendisini ,boynunda asılı olanlarda...
EsseLam...
ferah-aver